Örsan K. Öymen

20 Ocak 2012

Hrant Dink ve Diğerleri!

Gazeteci-Yazar Hrant Dink’in öldürülmesiyle ilgili dava sonuçlandı. Tetikçi Ogün Samast ve onu azmettiren...


Gazeteci-Yazar Hrant Dink’in öldürülmesiyle ilgili dava sonuçlandı. Tetikçi Ogün Samast ve onu azmettiren Yasin Hayal ağır hapis cezasına çarptırıldılar. Öte yanda, cinayete azmettirmekle suçlanan kişilerden birisi daha olan Erhan Tuncel beraat etti. Ayrıca mahkeme, örgütlü suç hakkında yeterli kanıt olmadığı kanaatine de vardı.

Sonuçta olay Yasin Hayal ve Ogün Samast’a yıkıldı. “İki fanatik, şoven, milliyetçi, cahil genç bir araya geldi, Hrant Dink’i öldürmeye karar verdiler ve öldürdüler; bunun ötesinde ortada bir şey yok” sonucu çıktı! Onların arkasında var olduğu öne sürülen örgütlenme ortaya çıkartılamadı ve ceza almadı. Oysa söz konusu cinayetin arkasında Büyük Birlik Partisi’nden, Emniyet’ten ve Jandarma’dan kişilerin de bulunduğuna dair iddialar vardı.

Savcılık ise “örgüt de var, kanıt da var” tezinde ısrar etti, mahkemeyi yasalara aykırı karar almakla suçladı, dosyayı temyize götüreceklerini açıkladı. Kim haklı? Savcılar mı, yargıçlar mı? Savcılar ile yargıçlar karşı karşıya geldiler. “Ergenekon” sürecinden alışık olduğumuz savcı-yargıç uyumu, Hrant Dink davasında bozuldu! Ne kadar ilginç! Acaba neden?

Erhan Tuncel, Türk-İslam sentezi üzerinden milliyetçi politikalar izleyen, MHP’den bir grubun kopmasıyla kurulan Büyük Birlik Partisi’nin Gençlik Kolları örgütlenmesi Alperen Ocakları’nın bir üyesiydi. Erhan Tuncel, Büyük Birlik Partisi Genel Başkanı Muhsin Yazıcıoğlu ile aynı fotoğraf karesinde de yer almıştı.

Muhsin Yazıcıoğlu, 1970’li yıllarda MHP’nin Gençlik Kolları örgütlenmesi olan Ülkücü Gençler Derneği’nin, uzun yıllar Genel Başkanı olarak görev yapmıştı. O yıllarda Başkan Yardımcısı Abdullah Çatlı idi. Yazıcıoğlu-Çatlı ikilisinin yönetimindeki ÜGD, birçok sol görüşlü kişinin öldürülmesi olayına karıştı, derneğin birçok üyesi cinayet işlemekle suçlandı, bazıları suçlu bulundu, bazıları beraat etti, bazıları da mahkeme süreçlerinin uzaması sonucunda zaman aşımından dolayı serbest kaldı. Çatlı, Ankara-Bahçelievler’de Türkiye İşçi Partisi üyesi yedi öğrencinin öldürülmesi olayını örgütledi, ayrıca Milliyet Gazetesi Genel Yayın Yönetmeni Abdi İpekçi’nin öldürülmesi olayına da karıştı, Mehmet Ali Ağca, Oral Çelik, Mehmet Şener ve Yalçın Özbey ile birlikte cinayeti planlamakla ve organize etmekle suçlandı, Ağca’ya sahte pasaport ve kimlik sağladı, Ağca’yı tutuklandıktan sonra hapishaneden kaçırdı. Sahte kimlik ve pasaportların sağlandığı Nevşehir Emniyet Müdürlüğü o dönemde, Abdullah Çatlı’nın emrinde bir polis teşkilatı gibiydi!

O yıllarda MHP’nin ve ÜGD’nin emniyette ve orduda uzantıları vardı. “Kontr-gerilla” kavramı da o dönem ortaya çıktı. İddiaya göre, ABD ve CIA’in desteğinde, ordu ve emniyet içindeki güçler, MHP ve ÜGD’yi kullanarak, sol görüşlü gençleri, öğrencileri, aydınları, yazarları, gazetecileri katlettiler. Bu operasyon, CIA-TC “derin devleti”-MHP-ÜGD dörtlüsünün, soğuk savaş koşullarında, Türkiye’nin SSCB’nin ve komünizmin yörüngesine girme sürecini engelleme operasyonuydu.

Bu dönemde, 1978-1980 yılları arasında, Abdi İpekçi’nin yanısıra, Öğretim Üyesi Bedrettin Cömert, Öğretim Üyesi Orhan Cavit Tütengil, DİSK Genel Başkanı Kemal Türkler, Eğitimci-Yazar Ümit Kaftancıoğlu da cinayete kurban gittiler. İddialara göre söz konusu cinayetlerin arkasında yine aynı örgütlenme vardı. Nitekim tüm bu kişiler MHP’nin, ÜGD’nin ve/veya onların uzantısı olan örgütlenmelerin hedef listesinde olan kişilerdi.

Bahçelievler’de yedi TİP’linin öldürülmesi, Bedrettin Cömert cinayeti, Abdi İpekçi cinayeti gibi terör eylemlerine adı karıştığı halde, hakkında tutuklama kararı olduğu halde, Abdullah Çatlı hiçbir zaman tutuklanmadı, her gözaltına alınma olayından sonra serbest kaldı, sahte kimlik ile korundu ve devlet içindeki bazı odaklar onu 12 Eylül’den sonra da kullanmaya devam ettiler. Bu sefer hedef “komünistler” değildi. Çünkü “komünistler” 12 Eylül askeri darbesiyle zaten bastırılmıştı ve faşizm zaferini ilan etmişti! Bu sefer hedef terör örgütü ASALA idi. Çatlı, 1980’lerde de, “TC derin devletinin” emriyle, yurt dışındaki Türk diplomatları katleden, Suriye-Lübnan kökenli Ermenilerin kurup yönettiği ASALA’ya karşı mücadele etti.

Yıllar sonra, 1996’da, Balıkesir-Susurluk’ta bir trafik kazası meydana geldi. 06 AC 600 plakalı siyah Mercedes araba, bir kamyonla çarpıştı. Araç DYP Şanlıurfa Milletvekili Sedat Bucak’a aitti. Sedat Bucak bir aşiret reisi idi ve terör örgütü PKK’ya karşı mücadele veren büyük bir korucu ekibinin başındaydı. Arabada Sedat Bucak ile birlikte, eski bir İlçe Emniyet Müdürü ve Polis Okulu Müdürü Hüseyin Kocadağ vardı. Arabadaki diğer kişi ise cinayet davalarından dolayı firari sanık olarak yıllardır aranan Abdullah Çatlı idi! Çatlı, Mehmet Özbay sahte kimliği ile ele geçmişti, ancak kazada yaşamını yitirmişti.

Çatlı’nın Nevşehir’deki cenaze törenine sadece bir siyasi parti lideri katılmıştı. O da eski çalışma arkadaşı BBP Genel Başkanı Muhsin Yazıcıoğlu idi. 12 Eylül’den sonra, cinayet ve terör eylemi planlamak suçlamasıyla yıllarca yargılanan ve tutuklu kalan, ancak daha sonra serbest kalan ve BBP’yi kuran Yazıcıoğlu, 2009 yılında, gizemli bir helikopter kazasında yaşamını yitirdi.

Artık Çatlı da yok, Yazıcıoğlu da yok! Onlar sağ olsaydı ve gerçekleri anlatsaydı, AKP’nin güya aradığı, aslında arıyor gibi yaptığı, ancak gerçekte aramadığı ve bundan dolayı da bir türlü bulamadığı “derin devlet” çoktan ortaya çıkmış olurdu!

Türkiye’deki sarsıcı cinayetler serisi 1990’larda da devam etti. Bu sefer sağ-sol çatışmasının yerini, laik-dinci gerginliği aldı. Laiklik ve Atatürkçülük konusunda yüksek duyarlılığa sahip olan Öğretim Üyesi-Yazar-Atatürkçü Düşünce Derneği Kurucu Başkanı Muammer Aksoy, Öğretim Üyesi-SHP Parti Meclisi Üyesi Bahriye Üçok, Yazar Turan Dursun, Gazeteci-Yazar Çetin Emeç, Öğretim Üyesi-Yazar Ahmet Taner Kışlalı, Gazeteci-Yazar Uğur Mumcu, 1990-1999 yılları arasında öldürüldüler.

Uğur Mumcu’nun solcu kimliği ve laiklik konusundaki duyarlılığı ile birlikte bir önemli özelliği daha vardı: Türkiye’deki “derin devleti”, “kontr-gerillayı”, devlet içindeki yasa dışı örgütlenmeleri ortaya çıkartmak! 1970’lerdeki CIA-“Kontr-gerilla”-MHP-ÜGD örgütlenmesinin, 1990’lardaki Hizbullah-TC “derin devleti” örgütlenmesinin üzerine en fazla giden araştırmacı gazetecilerden bir tanesi Uğur Mumcu idi. O zaman Uğur Mumcu’yu komplo teorileri üretmekle suçlayanlar, eminim ki bugün utanç içerisindedirler.

2007 yılında Gazeteci-Yazar Hrant Dink’in öldürülmesi, bu geniş çerçeve içerisinde değerlendirilmesi gereken bir olaydır. Bu süreç Hrant Dink ile birlikte başlayan bir süreç değildir. AKP hükümeti, polisi, yargısı ve istihbaratı, kendilerine muhalif gazetecileri, yazarları, öğretim üyelerini , siyasetçileri “Ergenekon” fantazisiyle yıllarca hapishanede tutacağına, gerçek “derin devleti”, devlet içindeki gerçek yasa dışı örgütlenmeyi ortaya çıkartmalıdır!

BBP’nin oy oranı düşük olsa da, emniyet içinde çok sayıda destekçisi bulunmaktadır. Bu bilinen bir gerçektir. Bu örgütlenmenin kökeni de 1970’lerde MHP, Ülkü Ocakları ve ÜGD tarafından zaten atılmıştır. Bu elbette, BBP’nin kurumsal yapısının ve Muhsin Yazıcıoğlu’nun, Hrant Dink cinayetine bulaşmış oldukları anlamına gelmez. Bugüne kadar bu doğrultuda ortaya bir kanıt çıkmadı. Nitekim Yazıcıoğlu da sağken bu iddiaları kesin bir dille reddetti. Ancak hem emniyet içinde, hem emniyet dışında, BBP üyesi ve/veya sempatizanı, hatta MHP üyesi ve/veya sempatizanı bazı kişilerin, Dink cinayetine bulaşmış olma ve/veya bu konuda bazı görev ihmallerinde bulunarak cinayete zemin hazırlamış olma olasılıkları yüksektir. İddianameden, savcıların açıklamalarından ve bugüne kadar basına yansıyan araştırmalardan çıkan sonuç budur.

Ne gariptir ki, Hrant Dink cinayetindeki ve soruşturmasındaki bazı ihmalleri ve cinayetin arkasındaki örgütlenmeyi araştıran, bu konuda bir kitap da yazan Gazeteci-Yazar Nedim Şener, bugün “Ergenekon” fantazisinden dolayı hapiste, Hrant Dink cinayetine doğrudan veya dolaylı bulaşmış olma olasılıkları yüksek olan bazı kişiler ise serbest! Savcılığın iddiasından çıkan sonuç bu! Savcılık ısrarla, “örgüt de var, kanıt da var, mahkeme yasalara aykırı karar verdi, temyize gideceğiz” diyor.

Aynı gariplik ve çelişki, Doğu Perinçek, Soner Yalçın ve Doğan Yurdakul için de geçerli. Doğu Perinçek Aydınlık Gazetesi ve Aydınlık Dergisi’nde yıllarca “derin devletin” ve “kontr-gerilla”nın ortaya çıkması için mücadele etti, bu doğrultuda araştırmalar ve yayınlar yaptı, ancak şu anda kendisi “Ergenekon” fantazisinden dolayı yıllardır hapiste. Soner Yalçın ve Doğan Yurdakul, “Reis” adlı kitaplarında, Susurluk skandalının baş aktörü Abdullah Çatlı’nın “derin devlet” ilişkilerini ortaya koydular, ancak şu anda ikisi de, yine “Ergenekon” fantazisinden dolayı hapisteler.

AKP “derin devleti” ortaya çıkartmak için mi, yoksa örtbas etmek için mi, yoksa CHP eski Genel Başkanı Deniz Baykal’ın zamanında ifade ettiği gibi, kendi “derin devletini” yaratmak için mi mücadele ediyor?!

Sonuç olarak, Hrant Dink suikastı dahil, yukarıda saydığımız cinayetlerden hangisi tam olarak aydınlatıldı?! Asıl soru budur! Bazı cinayetlerin tetikçileri yakalandı, azmettiricileri yakalanmadı, bazılarında ise tetikçiler bile yakalanmadı.

“Derin devletin” geçmişiyle ve bütünüyle ilgilenmeyen, “derin devletle”, sadece kendi işine geldiği gibi ve kadarıyla uğraşan bir hükümet, emniyet ve yargı, “derin devletle” ilgili hiçbir gerçeği ortaya çıkartamaz!

Gerçi sözde aydınlarımızın durumu da pek farklı sayılmaz! Hrant Dink için Türkiye’yi ve dünyayı ayağa kaldıran, sokaklara dökülen kaç kişi, aynı tepkiyi zamanında ve/veya günümüzde, Bedrettin Cömert, Abdi İpekçi, Orhan Cavit Tütengil, Kemal Türkler, Ümit Kaftancıoğlu, Muammer Aksoy, Bahriye Üçok, Çetin Emeç, Turan Dursun, Uğur Mumcu ve Ahmet Taner Kışlalı için verdi?!

Aynı tepkiyi vermedilerse, vermiyorlarsa, vermeyeceklerse, tek odak noktaları Hrant Dink ise, onlar aydın falan olamazlar, olsa olsa karanlığın şarlatanları olabilirler!