Örsan K. Öymen

25 Kasım 2011

Dersim Şarlatanlığı ve Osmanlı’dan Cumhuriyet’e Uzanan Katliamlar

“Parası olmayan askere gitsin, 30 bin TL’si olan askere gitmesin” uygulamasına...


“Parası olmayan askere gitsin, 30 bin TL’si olan askere gitmesin” uygulamasına yönelik tepkileri örtbas etmek için mi, 63 gazetecinin hala hapislerde tutuklu olmasına yönelik uluslararası basın kuruluşlarının ve insan hakları örgütlerinin tepkilerini unutturmak için mi, artık neden bilinmez, bir biçimde Dersim konusu Türkiye’nin gündemine girdi.
Bu köşede adını belirtmeye bile değmeyecek kadar densiz ve şaşkın bir televizyon yorumcusu ve yazar önce Che Guevara’ya “katil”, Mustafa Kemal Atatürk’e “diktatör” dedi. Che kısmı ile kimse ilgilenmedi, (onunla zamanı gelince biz ilgileneceğiz), ancak Atatürk olayının üzerine herkes atladı ve onun ölüm yıldönümü olan 10 Kasım’ın haftasında bile propagandayla Atatürk’e linç kampanyası uygulandı. Şimdi de Dersim üzerinden Mustafa Kemal’i, İsmet İnönü’yü ve CHP’yi yıpratma operasyonu başladı.
Öncelikle eski adıyla Dersim’de yeni adıyla Tunceli’de ne oldu onu özetleyelim: 19. yüzyılda Osmanlı İmparatorluğu döneminde sık sık ayaklanan Dersim bölgesi aşiretleri ve feodal toprak ağaları, bir yandan devrimlere, bir yandan  toprak reformu girişimlerine, bir yandan da (1925 yılındaki Şeyh Sait ayaklanmalarına tepki olarak) Kürtlere yönelik zaman zaman uygulanan sürgün politikalarına karşı çıktıkları için, Türkiye Cumhuriyeti döneminde de ayaklandılar, devlet otoritesini tanımadıklarını, vatandaşlık yükümlülüklerini yerine getirmeyeceklerini, vergi ödemeyeceklerini, devlete asker vermeyeceklerini açıkladılar. Söz konusu aşiretler, devletin bu konuda taviz vermemesi üzerine, bir sonraki aşamada çeteler halinde silahlandılar. Bu örgütlenmeye Kureyşan aşireti lideri Seyit Rıza öncülük etti, daha sonra Demenan, Haydaran ve Yusufan aşiretleri de bu güçlere katıldı. 1937’de gerçekleştirdikleri eylemlerle, Harçuk Köprüsü’nü sabote ve imha ettiler, bu köprü ile Kahnut Bucağı arasındaki telefon hatlarını kestiler ve bölgedeki askeri karakollara saldırı düzenleyerek buradaki onlarca askeri katlettiler. Bunun üzerine devletin güvenlik güçleri Tunceli’de 1937-1938 yılları arasında bir dizi askeri operasyon düzenledi. Bu operasyonlar ve çatışmalar sırasında sadece silahlı çete üyeleri değil, sivil halktan insanlar da öldürüldü, sivillere yönelik büyük katliamlar ve sürgünler gerçekleşti. Resmi sayılara göre yaklaşık 13 bin kişi bu operasyonlar sırasında yaşamını yitirdi. Silahlı çete üyelerinin sayısı binlerle ifade edilmekle birlikte, ölenlerin tamamının silahlı çete üyesi olmadığı anlaşıldı. Ölenlerin ne kadarı silahlı ve isyancı çete üyesiydi, ne kadarı sivildi, bunu araştırmak tarihçilere düşer. Bunun ortaya çıkması için arşivlerin açılması ve ayrıntılı araştırma yapılması gerekir. Ancak şu ana kadar ortaya çıkan tüm bulgular bu kişilerin tamamının silahlı çete üyesi olmadığı yönündedir. Buradaki operasyonlar sırasında sivillere yönelik katliamların gerçekleşmiş olduğu kesindir. Bu dönemde, silahlı ayaklanmaya öncülük eden Seyit Rıza ve yakın arkadaşları da idam edilmişlerdir.
Tunceli’deki askeri operasyonları yöneten kişi bölgenin özel valisi General Abdullah Alpdoğan idi. Kendisi bölgeye özel yetkili vali olarak atanmıştı. Bir nevi Olağanüstü Hal Bölge Valisi gibi bir görevi vardı. Genelkurmay Başkanı ise Fevzi Çakmak’tı. İlk harekatlar sırasında Başbakan İsmet İnönü idi, daha sonraki harekatlar sırasında Başbakan Celal Bayar idi. Cumhurbaşkanı ise Mustafa Kemal Atatürk idi.
Her şeyden önce şunu anlamak gerekir: Bir ülkede bazı adamların ve grupların, yönetimin politikalarını beğenmemek gerekçesiyle, eline silah alıp terör estirmesi, devleti ve Türkiye Cumhuriyeti’ni tanımadıklarını ilan etmeleri, vatandaşlık kavramını reddetmeleri, hiçbir devletin kabul edeceği bir şey değildir. En çağdaş ve demokratik ülkede bile devlet buraya güvenlik güçleri ile müdahale eder. Bu nedenle yanlış olan bu isyanlara devletin müdahale etmiş olması değil, müdahale etme biçimidir. Buradaki müdahale biçiminin yanlış, abartılı ve insanlık dışı olduğu açıktır. Abdullah Alpdoğan karadan harekatla isyancı çete üyelerini bastıramayınca, devreye Türk Hava Kuvvetleri de girmiştir. Sabiha Gökçen önderliğindeki bir filo havadan bombardıman gerçekleştirmiştir. Kimine göre sivil ölümlerin çoğunluğu, kurşuna dizmek ve süngülemek biçiminde kara harekatında, kimine göre ise hava bombardımanında gerçekleşmiştir. Bunu araştırması gereken yine tarihçilerdir.
Pekiyi sivil ölümler kimin emriyle nasıl gerçekleşmiştir? Bunu da tarihçilerin araştırması gerekir. Bu doğrudan Abdullah Alpdoğan’ın emriyle mi gerçekleşmiştir, daha alt düzeyde mi gerçekleşmiştir, Genelkurmay Başkanı Fevzi Çakmak’ın emriyle mi gerçekleşmiştir, Abdullah Alpdoğan ile Fevzi Çakmak arasında görevli ve yetkili başka bir komutanın emriyle mi gerçekleşmiştir, Başbakan İsmet İnönü veya Başbakan Celal Bayar’ın emriyle mi gerçekleşmiştir, yoksa Cumhurbaşkanı Mustafa Kemal Atatürk’ün emriyle mi gerçekleşmiştir? Bugüne kadar, sivil hükümeti temsil eden Mustafa Kemal’in veya İsmet İnönü’nün veya Celal Bayar’ın böyle bir emir verdiklerine dair hiçbir belge ortaya çıkmamıştır. Mustafa Kemal Atatürk’ü iyi tanıyan ve iyi araştırmış olan herkes de şunu düşünür ki, o, “Gidin şu Tunceli’de sivil halkı katledin, öldürün, yok edin” diyecek birisi değildir. Aynı şey İsmet İnönü ve Celal Bayar için de söylenebilir. Ancak sivil hükümetin isyan ve terör eylemlerini bastırma ve bertaraf etme kararı askeri kanatta nasıl yorumlanmış ve uygulanmıştır, hangi komutan kime nasıl emirler vermiştir, bu ancak Genelkurmay Başkanlığı arşivlerinde yapılacak araştırma ile anlaşılabilir.
İşin başka bir boyutu ise şudur: 1937 yılında Mustafa Kemal’in sağlık sorunları başlamıştı ve kendisine Ocak 1938’de siroz teşhisi konmuştu. Bu kendisinin sık sık halsizlik, iştahsızlık, ateş, burun kanamaları, kaşıntılar geçirdiği ve zaman zaman yatakta dinlenmek zorunda kaldığı bir dönemdi. Mustafa Kemal hastalığına rağmen elinden geldiğince devlet işleriyle de ilgileniyordu, ancak birçok işi de büyük ölçüde Başbakan’a bırakmak zorunda kalmıştı. Uygulamalardan ve ayrıntılardan Cumhurbaşkanı’ndan çok Başbakan sorumluydu. Bu Dersim operasyonları için de geçerliydi.
Gelelim 2011 yılına. Trajik ve vahim olan, Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın ve onun peşine takılmış olan bazı medya üyelerinin Dersim olaylarını suistimal edip siyaset şovu yapmaları, Dersim üzerinden Mustafa Kemal Atatürk’ü, İsmet İnönü’yü ve CHP’yi yıpratma çabalarıdır. Oysa Dersim olayları sırasında dönemin başbakanlarından birisi olan Celal Bayar kim? Daha sonra CHP’den ayrılıp Adnan Menderes ile birlikte Demokrat Parti’yi kuran, DP Milletvekili olan kişi! Dönemim Genelkurmay Başkanı Fevzi Çakmak kim? Daha sonra CHP’den ayrılıp Adnan Menderes ile birlikte Demokrat Parti’de siyaset yapan, DP Milletvekili olan kişi! Dersim olayları sırasında Fevzi Çakmak Genelkurmay Başkanı, tüm operasyonları yöneten kişi o, Celal Bayar ise Başbakan ve o dönemde tek partili sistem olduğu için, başka parti olmadığı için,  ikisi de CHP’de, ancak daha sonra ikisi de CHP’den ayrılıp CHP’nin ezeli rakibi olan Demokrat Parti’de siyaset yapıyorlar, hatta Fevzi Çakmak cumhurbaşkanı adayı olarak İnönü’nün karşısına çıkıyor ve ona rakip oluyor, ancak Dersim katliamlarının sorumlusu bir anda CHP oluyor, İsmet İnönü oluyor, Mustafa Kemal Atatürk oluyor, CHP’nin ve Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucuları, CHP’nin eski Genel Başkanları oluyor! Böyle bir şarlatanlık, böyle bir aymazlık, böyle bir densizlik olamaz! “Haddini bilmesi gereken” ve “alnı karışlanması gereken” CHP değil, bu siyaset şarlatanlıklarını yapanlardır!
AKP büyük bir gururla Demokrat Parti’nin uzantısı olduğunu söylemiyor mu? Adnan Menderes ile birlikte Demokrat Parti’nin iki önemli siyasetçisi olan, DP’den milletvekili olan ve daha önce Dersim olayları sırasında en kilit görevlerde bulunan Celal Bayar ve Fevzi Çakmak bir anda Recep Tayyip Erdoğan gibi dokunulmaz mı oldular?! Fatura yine CHP’nin eski Genel Başkanlarına, Mustafa Kemal’e ve İsmet İnönü’ye mi çıktı?! Bu ne çirkin bir fırsatçılıktır, bu ne sığ bir politika anlayışıdır! Medyanın bir kesimi bu konuda neden uyuyor!
Burada yayınlanan “Osmanlı ve Uygarlık”, “Mustafa Kemal ve Şaşkınlar” ve “21. Yüzyıldan 18. ve 20. Yüzyıla Yolculuk” başlıklı yazılarımızda da belirtmiştik, ancak yeniden hatırlatalım:
İşin özüne dönecek olursak, ne yapmıştır Mustafa Kemal? Emperyalist, elitist ve teokratik bir imparatorluğu, yayılmacı olmayan, halkçı, laik bir cumhuriyete dönüştürmüştür; (“cumhur” sözcüğü halk anlamına gelir, cumhuriyet de, sultanın, padişahın, saraylıların, ulemanın, halifenin, Tanrı’nın egemen olduğu değil, halkın egemen olduğu yönetim biçimidir); hilafeti ve saltanatı kaldırmıştır; din ve devlet işlerini ayırmıştır, eğitim, hukuk ve idari yapılanmayla ilgili alanları din ilkelerinden arındırmıştır; kadınların örtünme zorunluluğunu kaldırmıştır, kadınların erkekler kadar eğitim olanağından yararlanmasını ve çalışma yaşamında yer alabilmesini sağlamıştır, kadınlara seçme ve seçilme hakkını tanımıştır; okuma yazma oranını arttırmıştır, bilimsel ve felsefi çalışmalara, sanatın ihmal edilmiş alanlarına yönelik açılım yapmıştır, modern üniversiteleri kurmuştur ve sayılarını arttırmıştır; feodal toprak ağalığı düzenini ortadan kaldırmak için girişimler yapmıştır; Türkiye’yi ileri uygarlık seviyesine taşımak için mücadele etmiştir.
Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucusu Mustafa Kemal, Osmanlı İmparatorluğu’nun yıkılması gerektiğini savunan bir siyasetçi ve devrimciydi. Mustafa Kemal Osmanlı’da yetişmişti, ancak Osmanlı’nın anti-tezi idi. Mustafa Kemal, neden Osmanlı İmparatorluğu’na son verilmesi gerektiğini savunuyordu? Kendi deyişiyle, çağdaş uygarlık seviyesini yakalamak için. Çünkü Osmanlı ileri uygarlık düzeyinden kopuktu. Üstelik her zaman kopuktu, her zaman gerideydi. Osmanlı siyasette, bilimde, felsefede ve kısmen sanatta Batı Avrupa’nın çok gerisindeydi.
Mustafa Kemal’in siyasetteki ilham kaynağı 18. Yüzyılda Avrupa’da ve Amerika’da gerçekleşen devrimlerdi. Yani 1776 Amerikan devrimi ve 1789 Fransız devrimi. Söz konusu devrimler üç temel unsuru ortadan kaldırmayı amaçlıyordu: 1)Mutlak Monarşi: Güçler ayrılığı ilkesinin devrede olmadığı, otoritenin tek bir kişide veya odakta toplandığı, krallık, çarlık, padişahlık gibi diktatoryal yönetim biçimi; demokrasinin anti-tezlerinden birisi. 2)Teokrasi: Gücünü halktan değil, Tanrı’dan ve dinden alan, egemenliği halkta değil Tanrı’da gören yönetim biçimi; yine demokrasinin anti-tezlerinden birisi. 3)Feodalizm: Toprakların büyük çoğunluğunun küçük bir elit sınıfın elinde olduğu, köylünün ve çiftçinin sömürüldüğü, toprak ağalığı sisteminin geçerli olduğu düzen; demokrasiyi olanaksız kılan başka bir unsur.
Mustafa Kemal’in otoriter bir yönetim biçimini benimsemesi konusuna gelince: Tarihte, hele o dönemlerde, hangi devrim sancısız ve otoriter olmayan bir yöntemle gerçekleşmiştir? 1776 Amerikan devrimine bakın, 1789 Fransız devrimine bakın, 1917 Bolşevik devrimine bakın, 1959 Küba devrimine bakın; adı üzerinde devrim ve bunların hepsi ilerici devrimlerdir, toplumu geriye değil ileriye doğru götürmek için yapılmış devrimlerdir. Feodalizme karşı, mutlak monarşiye karşı, teokrasiye karşı, kapitalizme karşı yapılmış devrimlerdir bunlar. Amerikan devrimcileri Britanya Kraliçesi’ne ve Kralı’na, Fransız devrimcileri Fransa Kralı’na, Lenin Rusya Çarı’na, Castro ve Che Guevara Küba diktatörüne, Mustafa Kemal de Osmanlı Padişahı’na dilekçe verip, devrim mi talep edecekti, referandum mu yapalım diyecekti, var olmayan bir demokraside demokratik seçim ve sandık kurulmasını mı talep edeceklerdi? Bu saydığımız devrimler içinde Mustafa Kemal’in devrimi yine en az sancılı, en az kan dökülen devrimdir.
Kimse Mustafa Kemal’i 2011 Avrupa Birliği ölçütleriyle yargılayamaz. Mustafa Kemal varken Avrupa Birliği yoktu! Kim vardı Avrupa’da? Hitler vardı, Mussolini vardı, Stalin vardı! Balkanlarda monarşiler, krallar vardı, İslam dünyasında diktatör şeyhler, krallar vardı ve bu kişilerin tamamının siyasi vizyonu Mustafa Kemal’in gerisindeydi. Mustafa Kemal’i kendi dönemi içinde değerlendirmek, kendi döneminde olup bitenlerle karşılaştırıp değerlendirmek gerekir.
Elbette Mustafa Kemal döneminde de, en demokratik dönemlerde bile olduğu gibi, eksikler ve yanlışlar da olmuştur. Ancak bardağa dolu tarafından bakıp, boş kısmını doldurmak ve eksikleri, yanlışları gidermek için mücadele etmek yerine, boş kısmına odaklanıp dolu kısmını görmezden gelmek ve bu tarihsel süreci anlamamak, tarihselci anlayıştan yoksun olmak, devrimin anlamını bilmemek, devrim tarihi hakkında fikir sahibi olmamak, eğer kötü niyet yoksa, olsa olsa şaşkınlıktan olabilir. Mustafa Kemal’e “diktatör” demek ve dönemin diktatörleri ile aynı kefeye koymak sözcüğün tam anlamıyla densizliktir, şaşkınlıktır, cahilliktir, şarlatanlıktır, bunun da ötesinde büyük bir saygısızlık ve hakarettir!
Şimdi merak ediyorum: Geçmişe bu kadar meraklı olan, Dersim olayları yüzünden devlet adına özür dileyen, bir yandan da olaylardan dolayı CHP’yi sorumlu tutan, CHP’nin geçmişine dair de bula bula Dersim olayını bulan ve CHP’nin tarihi olarak uzun uzun Dersim’i anlatan Başbakan ve AKP Genel Başkanı Recep Tayyip Erdoğan, hayranı olduğu Osmanlı İmparatorluğu döneminde, Yavuz Sultan Selim’in emriyle, 1514 yılında, ayaklanma içinde oldukları gerekçesiyle, onbinlerce Alevinin, bazı iddialara göre 40 bin Alevinin katledilmesinden, daha sonra büyük Alevi şair Pir Sultan Abdal’ın idam edilmesinden dolayı özür dileyecek mi ve/veya bu konudaki üzüntülerini ve acılarını dile getirecek mi? Yavuz Sultan Selim döneminde, 1512 yılında, Şeyhülislam Müftü El Hamza’nın yayınladığı, Alevilerin dinsiz ve kafir olduklarına ve katledilmelerinin vacip ve farz olduğuna dair fetvasından dolayı özür dileyecek mi?
Dilemez! Çünkü o Osmanlı İmparatorluğu dönemi, Dersim ise Cumhuriyet dönemi! Türkiye Cumhuriyeti’ne, Mustafa Kemal’e, İsmet İnönü’ye, CHP’ye neresinden vursam kardır! Bazı medya üyeleri de onun peşinden koyun sürüsü gibi gider, kimsenin aklına Osmanlı’daki katliamlar gelmez! Çünkü amaç Cumhuriyet’i küçümseyip aşağılamak, Osmanlı’yı ise yüceltmek! AKP’lilerin büyük çoğunluğu kendilerini Cumhuriyet’in çocukları ve gençleri olarak değil, Osmanlı’nın torunları olarak görürler!
Muhtemelen Osmanlı döneminde olup bitenler için de bir gerekçe bulunur, “Ben Türkiye Cumhuriyeti’nin başbakanıyım, Osmanlı İmparatorluğu ayrı bir devlettir” denir. Başbakan o zaman, Türkiye Cumhuriyeti ile, Mustafa Kemal ve İsmet İnönü ile uzaktan yakından ilgisi olmayan, tamamıyla Osmanlı İmparatorluğu döneminde, Enver Paşa ve Talat Paşa dönemlerinde gerçekleşmiş olan Ermeni katliamları konusunda neden aslan kesilip, uluslararası arenada bir soykırımın gerçekleşmediğini anlatmak için mücadele ediyor? Bazı iddialara göre yüzbinlerce, bazı iddialara göre bir milyonu aşkın Ermeni 1915 yılında katledildi. Bunun bir soykırım olduğuna dair gerçekten ortada bir bulgu yok, ancak sonuçta Ermeni silahlı çetelerin isyanı sonucunda çıkan iç savaş esnasında gerçekleşen karşılıklı katliamlar ve Osmanlı tarafından alınmış bir tehcir, yani zorla göç kararı var. Bu tehcir uygulaması esnasında da çoğu sivil yüzbinlerce Ermeni’nin yollarda öldüğü veya öldürüldüğü biliniyor. Başbakan bu konuda neden özür dilemiyor ve acılarını, üzüntülerini ifade etmiyor, Osmanlı yönetiminin bu uygulamasını kınamıyor?!
Osmanlı İmparatorluğu’na karşı ayaklanmak gayri meşru ve buna karşı alınan her türlü önlem mübah, Türkiye Cumhuriyeti’ne karşı ayaklanmak meşru ve buna karşı alınacak her türlü önlem günah! Böyle bir çifte standart, böyle bir zihniyet mi var acaba Türkiye’de bazı zihinlerde?
16. Yüzyılda Alevilere ve 19. Yüzyılda Ermenilere yönelik Osmanlı’nın gerçekleştirdiği katliamlarla da sınırlı değil olay. Malum bazı aklı evveller ve okumuş cahiller, azınlıklara, gayri müslümlere ve Türk olmayanlara yönelik baskının Türkiye Cumhuriyeti tarihiyle, “ulus-devlet” süreciyle başladığını sanırlar, her yerde bunun propagandasını yaparlar, hatta Osmanlı İmparatorluğu’nu örnek olarak gösterip, Osmanlı’nın bu konuda daha gelişmiş olduğunu savunurlar! Aslında Osmanlı’daki Alevi ve Ermeni katliamları bunu çürütmek için tek başına yeter, ama bir de Osmanlı döneminde Rumların katledilmesi ve sürülmesi var! Zaten olay burada başlıyor. Anadolu’da 2000 yıldır, Antik Çağ’dan beri, Rum kültürü, Yunan kültürü hakimken, buradaki nüfusun büyük çoğunluğu Yunanlılardan oluşurken, insanların büyük çoğunluğunun ana dili Yunanca iken, Orta Asya’dan gelen ve Türkçe konuşan kavimler burayı işgal ediyorlar, önce Selçuklular, sonra Türkmen beylikleri, daha sonra da Osmanlı, Yunanlıların topraklarının üzerine konuşlanıyorlar! Bize göre fetih olan şey, Yunanlılara göre işgal. Bu da gayet doğal, çünkü o da diyor ki, “Ben Milattan önce yaklaşık 1000 yılından beri  buradayım, 2000 yıl sonra Orta Asya’dan birileri geliyor, beni buradan kovalamak için ve/veya benim üzerimde hakimiyet kurmak için benim topraklarımı işgal ediyor”. Bizim Türk-İslam sentezci resmi tarihimiz bunları bize anlatmasa da, resmi Osmanlı tarihimiz yalanlarla dolanlarla dolu olsa da, gerçek şu ki, bu işgaller esnasında yüzbinlerce Yunanlı katledildi, topraklarından edildi, sürgüne gönderildi, Yunanlılar, asimile olmaları ve seslerini çıkartmamaları amacıyla, Türklerin yoğun yaşadığı bölgelere yerleştirildi. Bunlar sadece Yunan kaynaklarına ve batılı ülkelerin kaynaklarına değil, Osmanlı kaynaklarına da yansıdı. Aynı durum Balkanlarda Sırpların, Bulgarların, Macarların ve Romenlerin de başına geldi. Bunun sonucunda ne oldu? Müslüman ve Türk olmayanların önemli bir kısmı, ya topraklarını kaybetmemek için, ya daha az vergi ödemek için, ya da canlarını kurtarmak için din değiştirmek zorunda kaldılar, bir anda müslüman oldular, Türkçe ve Arapça ve Farsça isimler kullanmaya başladılar. Karadeniz’de, Ege’de, Akdeniz’de, Marmara’da, İç Anadolu’da, Balkanlar’da olan budur. Bize göre fetih, onlara göre işgal ve tehdit sürecinden sonra, Osmanlı ile uzlaşmak zorunda kalan gayri müslümlerin, müslümanlara göre daha çok vergi ödemek ve yönetime başkaldırmamak koşuluyla, yaşamalarına, dini ibadetlerini yerine getirmelerine ve kültürlerini yaşatmalarına müsade etmek, hoşgörü göstergesi midir?!
Her yıl İstanbul’un fethini, neredeyse cumhuriyet bayramına alternatif bir biçimde, büyük coşkularla kutlayan AKP’li belediyeler, AKP’li siyasetçiler, madem geçmişe ve tarihe bu kadar meraklılar, Anadolu’da Yunan kültürünün asimile edilmesinden dolayı, Yunanlıların katledilmesinden dolayı, Yunanlıların topraklarının işgal edilmesinden dolayı, Konstantinopolis’in ellerinden alınmasından dolayı da özür dileyecekler mi, bu konudaki acılarını ve üzüntülerini de ifade edecekler mi?
Elbette etmeyecekler! Onlar ancak psikolojik takıntı haline getirdikleri, önyargı ile baktıkları ve nefret ettikleri cumhuriyet ile bağlantılı, CHP ile bağlantılı, Mustafa Kemal ile bağlantılı, İsmet İnönü ile bağlantılı bir yanlış olursa, ona odaklanırlar, gerisini görmezden gelirler. Çünkü onlarda adalet duygusu diye bir şey yoktur!
Başbakan ve o zihniyette olanlar, tarihe daha nesnel ve adil bir açıdan bakabilseler ve buna göre Osmanlı İmparatorluğu hakkında yargılarda bulunsalar, bu son derece erdemli bir davranış olurdu. Ancak özür konusunda uzak geçmişten vazgeçtik, biz yakın geçmişe de razıyız. Herhalde bugün İtalya, Romalıların uyguladığı zulümlerden, Yunanistan da Bizanslıların uyguladığı zulümlerden dolayı özür dileyecek değil.
Erdoğan, 1970’lerde ve 1990’larda Kahramanmaraş’ta, Çorum’da, Sivas’ta 200’ü aşkın Alevinin katledilmesinden dolayı da  özür dileyecek mi? Erdoğan, 1972’de Deniz Gezmiş, Yusuf Aslan ve Hüseyin İnan’ın idam edilmesinden dolayı da devlet adına özür dileyecek mi? Erdoğan, devletin içindeki bazı odakların desteği ve/veya ihmali sonucunda yakın geçmişte yaşanan cinayetlerden, katliamlardan ve suikast girişimlerinden dolayı da devlet adına, Türkiye Cumhuriyeti Başbakanı olarak özür dileyecek mi? Erdoğan CHP ile uzaktan yakından ilgisi olmayan, aksine, CHP de dahil sol siyaseti ve laikliği hedef alan cinayet ve katliamlardan dolayı da devlet adına özür dileyecek mi? Erdoğan, 1969’da ODTÜ öğrencisi Taylan Özgür’ün öldürülmesinden, 1975’te CHP Genel Başkanı Bülent Ecevit’e yapılan suikast girişiminden, 1977’de İstanbul Taksim’de 1 Mayıs mitinginde 34 kişinin öldürülmesinden, 1978’de İstanbul Üniversitesi Eczacılık Fakültesi önünde 7 öğrencinin öldürülmesinden, Ankara Bahçelievler’de Türkiye İşçi Partisi üyesi 7 öğrencinin öldürülmesinden, Öğretim Üyesi Bedrettin Cömert’in öldürülmesinden, Kahramanmaraş’ta 111 kişinin öldürülmesinden, 1979’da Gazeteci-Yazar Abdi İpekçi’nin ve Öğretim Üyesi Orhan Cavit Tütengil’in öldürülmesinden, 1980’de DİSK Genel Başkanı Kemal Türkler’in ve Çorum’da 57 kişinin öldürülmesinden, eğitimci-yazar Ümit Kaftancıoğlu’nun öldürülmesinden, 1990’da Öğretim Üyesi Muammer Aksoy’un, SHP Parti Meclisi Üyesi Bahriye Üçok’un, Gazeteci Çetin Emeç’in ve Yazar Turan Dursun’un öldürülmesinden, 1993’te Gazeteci-Yazar Uğur Mumcu’nun, Sivas’ta 33 yazar ve sanatçının öldürülmesinden, 1995’te İstanbul Gazi Mahallesi’nde 18 kişinin öldürülmesinden, 1999’da Öğretim Üyesi-Yazar Ahmet Taner Kışlalı’nın öldürülmesinden dolayı da özür dileyecek mi?
Dilemiyorsa, geçtiğimiz günlerde dilediği özürün de hiçbir kıymeti ve değeri yoktur! Bunu anlamayanlar ve kabul etmeyenler, gaflet ve dalalet ve hıyanet içerisindedirler!