Antik Yunan filozoflarından Epikuros, teologların ve filozofların binlerce yıldır aklını kurcalayan ve “Kötülük Sorunu” olarak bilinen bir konuyu gündeme getirmişti: Tanrı varsa, yeryüzünde neden kötülük vardır? Tanrı iddia edildiği gibi güçlü, her şeye hakim ve mükemmel ise, yeryüzündeki kötülükleri neden engellememektedir? Kötü olduğu için mi, yoksa zayıf olduğu ve aslında böyle bir gücü olmadığı için mi? Kötülük ve zayıflık genellikle tanrıya atfedilen özellikler olmadığına, tanrının tanımına aykırı olduğuna göre, burada bir sorun var demektir. Yaşamda var olan kötülükler ve çekilen acılar ile tanrının varlığı iddiası bağdaşmamaktadır.
Gerçi Epikuros bu düşünceyi tektanrıcılığın yaygınlaşmaya başlamasından önce, çoktanrıcı bir kültürel ortamda dile getirmişti. Ancak bu düşünce daha sonra tektanrıcı ortamlarda da ele alındı, tektanrıcılığın Tanrı kavramına da uyarlandı, teologlar ve filozoflar Epikuros’un bu çıkışı ile hesaplaşmak gereği duydular. Önce Hıristiyanlık daha sonra İslam dininin doğuşu ile birlikte felsefe tektanrıcı dinlerin etkisi altına girdi ve bu dönemde, özellikle Orta Çağ’da ve onu takip eden yüzyıllarda filozoflar ve teologlar bu soruna şöyle yanıt verdiler: Tanrı insanı özgür bir irade ile iyilik ve kötülük arasında seçim yapacak biçimde yaratmıştır. Ruh ölümsüzdür, bu dünya ise geçicidir. Bu dünya ve yaşam bir sınavdır. Seçimlerimizin kötü olması durumunda Tanrı bizi cezalandırıp cehenneme gönderir, iyi olması durumunda ise cennete gönderir. Bazı doğal afetlerde söz konusu olduğu gibi, insanların eylem ve seçimleri sonucunda ortaya çıkmayan kaçınılmaz acılara ise yine kötü gözle bakmamalıyız. Tanrı mükemmel olduğuna göre, bunlar kötülük göstergesi olamaz, bunlar bize kötü görünse de, ilahi ve nihai boyutta bunlar da Tanrı’nın iyi niyeti kapsamında olan şeylerdir.
Orta Çağ’da, Tevrat, İncil ve Kuran’a dayanarak karşımıza çıkan bu anlayış ne kadar geçerlidir, ne kadar ikna edicidir, bu elbette felsefe alanında hala bir tartışma konusudur. Tanrı mükemmelse ve evreni, yaşamı, insanı istediği gibi yaratma gücüne sahipse, neden böyle bir model tasarladı ve yarattı? İnsanlar, Tanrı’nın bir öğretmen olmak ve sınav yapmak hevesi için bu kadar çok acı çekmek zorundalar mı? Doğal afetler, savaşlar, katliamlar, cinayetler, tecavüzler, sömürüler, baskılar sonucunda milyarlarca masum insan neden ölüyor, neden acı çekiyor? Küçük çocuklar, kadınlar, yaşlılar ve onlarla birlikte her cinste ve yaşta masum insan neden ölmek veya acı çekmek zorunda kalıyor? Tanrı istese bunları önleyemez mi? Tanrı evreni, yaşamı ve insanı farklı bir biçimde yaratamaz mıydı? Tanrı’nın mükemmel varlık olarak tanımlanması, yaşamdaki kötülüklerin varlığını ilahi boyutta haklı çıkartmaktan ziyade, Tanrı’nın yokluğunun göstergesi değil midir? Üstelik Tanrı’nın varlığını nereden biliyoruz? Bu konuda bir kanıt var mı? Bu konuda bir deneyim var mı? Deneyim ve akıl Tanrı’nın varlığını bize gösteriyor mu? Evrim kuramında söz konusu olduğu gibi, bilimsel tezler ile Tevrat, İncil ve Kuran’ın tezleri çeliştiğinde, bu kitapların herhangi bir inandırıcılığı ve güvenilirliği kalır mı? Peygamberlik var mı, vahiy ve mucizeler gerçekleşmiş mi, ruh ölümsüz mü, Tanrı var mı, bunları nasıl ve nereden bileceğiz? Tanrı’nın olduğu yerde insan özgür olabilir mi? Filozoflar binlerce yıldır bunları tartışıyor. Bir tarafta Augustinus, Aquinas, Anselmus, Abelardus, Maimonides, İbn Sina, Al-Gazali, Descartes, Locke, Leibniz, Berkeley gibi dindar ve inançlı filozoflar, bir tarafta Sextus, Hume, Marx, Nietzsche, Sartre gibi agnostik ve/veya ateist filozoflar.
Filozoflar ve bilim insanları bunları tartışırken, Türkiye’de Diyanet İşleri Başkanı Mehmet Görmez, yüzlerce kişinin öldüğü ve binlerce insanın yaralandığı Van depremi üzerine şöyle bir açıklama yaptı: “Deprem konusu sismologların, jeologların, jeofizikçilerin, deprem uzmanlarının, bilim adamlarının teorilerine, fay hatlarının hareketlerine indirgenemez; bunu yapmak bir zihin tembelliğidir, eşyanın hakikatına yönelik düşünce eksikliğidir, yaratıcılık eksikliğidir, fiziğin üzerine metafizik düşünce geliştirmek eksikliğidir; bu depremler bir tesadüf sonucu meydana gelmiş olamaz.”
Yaklaşık 17 bin kişinin öldüğü İzmit depreminde de türbanlı kızlar pankart açıp, sologan atıp, bu depremi ilahi adalete bağlamışlardı. Şimdi de Diyanet İşleri Başkanı Mehmet Görmez bu olayı Tanrı’nın işine bağladı. Üstelik Mehmet Görmez sözün gerisini getirmedi. Tanrı mükemmelse, ki tanımı gereği öyle olmak zorunda, böyle bir şeyi neden yapsın, masum insanların ölümüne neden yol açsın, geride kalanları neden acılar içinde bıraksın?
Üstelik Diyanet İşleri Başkanı bu iddiayı ortaya atarken, birçok filozofu ve bilim insanını küçümsemekte, onları “düşünce tembeli” ve “yaratıcılıktan yoksun” olarak nitelendirmektedir. Yani kuşkucu felsefenin en önde gelen temsilcilerinden birisi olan Antik Yunan filozofu Sextus Empiricus, deneyimci felsefenin ve Avrupa aydınlanma hareketinin önde gelen düşünürlerinden birisi olan 18. Yüzyıl İskoç filozofu David Hume, 19. Yüzyılda dünya dengelerini değiştirecek kadar önemli kuramlar ortaya koyan Alman filozof Karl Marx, yine aynı yüzyılda perspektivist felsefenin gelişmesine yaşamsal değerde katkılar sağlayan ve felsefeyi geri dönüşü olmayan yeni bir yola sokan Alman filozof Friedrich Nietzsche ve 20. Yüzyılın en önemli filozoflarından ve varoluşçu felsefenin kurucularından birisi olan Fransız düşünür Jean-Paul Sartre “zihin tembeli” ve “yaratıcılık özürlü” oluyorlar! Onlarla birlikte 20. ve 21. yüzyılda yaşamlarını bilime adayan ve Görmez’in iddiasının aksine zaten bu depremlerin bir tesadüf sonucu meydana gelmediğini savunan, ancak depremlerin nedenlerini de gözlem ve deney yoluyla ortaya koyan yüzlerce sismolog, jeolog ve jeofizikçi de “zihin tembeli” ve “yaratıcılık özürlü” oluyorlar! Görmez’in gördüğünü onlar görmüyorlar!
Kim görüyor, kim görmüyor? Kim olgulardan söz ediyor, kim kurgulardan söz ediyor? Kim olgu ile kurgu arasındaki ayrımı yapmaktan aciz, kim değil? Kim düşünce tembeli, kim değil? Kim yaratıcı, kim değil?
Üstelik Görmez daha da ileri giderek şöyle diyor: “En büyük deprem, en büyük sarsıntı, insanların inanç dünyalarında, kalplerimizin ve yüreklerimizin fay hatlarında meydana gelen, dünyamızı da, ahiretimizi de yok edecek sarsıntılardır. Mühim olan yeryüzündeki sarsıntılar sebebiyle Allah’a olan imanımızda ve gönül fay hatlarımızda bir sarsıntı meydana gelmemesidir. Ölüm hiçlik ve yokluk değildir.”
Siz bunu gelin de depremde yaşamını yitiren insanların yakınlarına, sevenlerine anlatın! Bu deprem aslında mühim değilmiş, daha mühim olan Allah’a olan imanmış, ölüm zaten hiçlik ve yokluk değilmiş! Üstelik Görmez burada da olgusal bir hata yapıyor, kalplerin, yüreklerin ve gönüllerin alanını dine indirgiyor, dine endeksliyor. Sanki kalp, yürek ve gönül insanı olmak için dindar olmak gibi bir zorunluluk var. Sanki ahlak dinlerin tekelinde! Sanki ahlak tarihte dinlerle birlikte doğdu! Sanki daha ortada Hıristiyanlık da yokken, İslam da yokken, Platon, Aristoteles, Epikuros ahlak için, iyilik için, adalet için mücadele vermediler, bu konularda yüzlerce sayfalık eserler yazmadılar. Sanki ateist olan ancak yaşamını adalete, eşitliğe, özgürlüğe adayan Karl Marx kalpsiz ve yüreksiz bir insandı!
Ölüm Görmez için hiçlik ve yokluk olmayabilir, ancak birçok insan için ölüm hiçlik ve yokluğun ta kendisidir! Diyanet İşleri Başkanı’nın kendi değer yargılarını, bu değer yargıları Kuran’ı Kerim’in ve çoğunluğun değer yargıları olsa bile, herkese empoze etmek, sanki tek ve mutlak gerçek buymuş gibi konuşmak, kendisi gibi düşünmeyenleri küçümsemek ve aşağılamak gibi bir hakkı da yoktur, yetkisi de yoktur. Dindar veya dinsiz olmak herkesin hakkıdır, ancak dinci olmak, din fetişisti olmak, dindar olacağım diye evrene, yaşama, bilime, felsefeye, sanata, siyasete sadece din gözlüğü ile bakmak, tüm bunları dine endekslemek ve bunu doğrudan veya dolaylı baskılarla herkese empoze etmek kimsenin hakkı değildir. Ama göreceksiniz, sözde demokrat “aydınlarımızın”, daha doğrusu karanlıklarımızın hiçbirisi bu konunun ve genelde dinci baskıların üzerine gitmezler, bunun farkına bile varmazlar.
“Deprem varsa Tanrı yok mu?” tartışması daha yüzlerce, binlerce yıl devam eder. Bu, olayın bir boyutu. Bundan sonra sorulması gereken bir soru daha var: Deprem öldürüyorsa devlet yok mu?
Neredeyse kartondan yapılmış binalarda can veren yüzlerce vatandaşımız, çocuklarımız, yıllarca atama bekledikten sonra üç kuruş maaşa iş bulan ama bu depremde can veren 100’e yakın öğretmenimiz, ölümün hiçlik ve yokluk olduğunu bize bir kez daha yaşattılar.
Bunu ancak insana ve yaşama değer veren anlar!