Örsan K. Öymen

22 Haziran 2012

Amerika

Türkiye, Amerika fobisinin en yaygın olduğu ülkelerden bir tanesi haline geldi...

Türkiye, Amerika fobisinin en yaygın olduğu ülkelerden bir tanesi haline geldi. Türkiye’deki “Anti-Amerikancı” düşünceler neredeyse önyargı ve ırkçılık boyutuna ulaşmış durumda. Sanki yeryüzündeki kötülüklerin tamamı Amerika (ve İsrail’den) kaynaklanıyor gibi bir imaj yaratılıyor. Dincilerin içinde de, solcuların içinde de, milliyetçilerin içinde de böyle bir kesim var.

Oysa bu tamamıyla yanlış, olgulara aykırı bir genellemedir. Her şeyden önce, “ABD” diye genelleyebileceğimiz tek bir soyut oluşum yoktur. ABD’nin kendi içinde de iyi kötü bir çoğulculuk vardır ve bu çoğulculuk son yıllarda giderek gelişmektedir. ABD’yi emperyalist emelleri olan kötü niyetli bir güç olarak tanımlayanlar “ABD” derken neyi kastediyorlar? ABD halkı mı, ABD yönetimi mi, Demokrat Parti mi, Cumhuriyetçi Parti mi,CIA mi, Pentagon mu, savunma sanayi mi, medya mı, üniversite mi, bilim ve sanat camiası mı? Kim?

Siyaseten ABD’nin Avrupa Birliği kadar çoğulcu olduğunu söylemek elbette olanaklı değildir. ABD’de sol geleneğin son derece zayıf olduğu, Cumhuriyetçi Parti ile Demokrat Parti arasında çok radikal farkların olmadığı doğrudur. Ancak bu iki partinin politikalarının özdeş olduğunu iddia etmek de olanaklı değildir.

2. Dünya Savaşı’ndan sonra, ister Cumhuriyetçi Parti’den olsun, ister Demokrat Parti’den olsun, ABD Devlet Başkanlarının ve hükümetlerinin çoğu, Latin Amerika’da, Asya’da, Afrika’da ve bizim ülkemiz Türkiye’de de emperyalist politikalar uygulamış, faşist terör örgütlerine ve askeri dikta rejimlerine destek vermişlerdir. Ancak Demokrat Parti’nin adayı olarak Devlet Başkanı seçilen Bill Clinton’dan sonra bu politikalar da önemli bir ölçüde değişmiştir. Clinton, CIA içinde bir zihniyet ve kadro değişikliği yoluna gitme girişimlerini başlatmış, ABD’nin, özellikle Latin Amerika’daki askeri darbeleri ve dikta rejimlerini destekleme geleneğine son vermiştir.

Daha sonra seçilen Cumhuriyetçi Parti’nin Devlet Başkanı George Bush, Irak’ı ve Afganistan’ı işgal etmiş, dünyanın çeşitli ülkelerinde çok açık bir biçimde emperyalist bir politika izlemiştir. Ancak son olarak seçilen Demokrat Parti’nin Devlet Başkanı Barack Obama, önce Irak’tan, daha sonra Afganistan’dan çekilme kararı almıştır. Obama’nın rakipleri, serbest piyasa ekonomisini teşvik etmeye yönelik politikalara öncelik vermişlerdir, Obama ise sağlık ve eğitim alanlarına öncelik verip, herkesin bu hizmetlerden yararlanabilmesi doğrultusunda projeler önermiştir. Cumhuriyetçi Parti üyeleri Kongre’de Obama’nın bu girişimlerini önlemiş olsalar da, Obama bu politikaları uygulatabilmek için sonuna kadar direnmiştir.

Şu anda anlaşılan o ki, Cumhuriyetçi Parti-CIA-Pentagon-Savunma Sanayi-Büyük Sermaye arasındaki ittifak, Demokrat Parti’nin ve Obama’nın politikalarına karşı büyük bir direnç göstermektedir. Hatta bazı iddialara göre, ABD’de bir derin devlet vardır ve Obama bu derin devleti aşmakta büyük güçlükler çekmektedir. Obama’nın Guantanamo Üssü’nü kapatacağını ve buradaki insan hakları ihlallerine son vereceğini açıklamasına rağmen, bunu hala başaramamış olmasının arkasında da, ABD derin devletinin olduğu söyleniyor. 

Ancak şurası kesin ki, ABD’de artık hiçbir şey eskisi gibi değildir. Ülkedeki sosyal adaletsizliği protesto etmek için “Wall Street’i İşgal Et” eylemleri başlamıştır ve bu eylemler halen devam etmektedir. ABD medyasında sosyal adalet tezi giderek güçlenen ve eskisine göre daha fazla gündemde yer alan bir konu olarak karşımıza çıkmaktadır.

Minnesota Eyaleti’nin eski Valisi Jesse Ventura’nın düzen karşıtı radikal politikaları ABD basınının gündem maddelerinden bir tanesidir. ABD’nin en büyük kitapçısı olan “Barnes and Noble” vitrinlerinde, Jesse Ventura’nın kitapları satılmaktadır. Ventura, bir yandan ABD hükümetlerinin yayılmacı politikalarını eleştirmekte, bir yandan da hem Demokrat Parti’nin, hem de Cumhuriyetçi Parti’nin, seçim kampanyalarında yapılan bağışlardan dolayı, sermaye odaklarının oyuncağı ve emir kulu haline geldiğini, bu partilerin lağvedilmesi gerektiğini, politikanın zenginler için değil, halk için yapılması gerektiğini vurgulamaktadır. CNN’de bile Ventura’nın görüşlerine yer verilmektedir.

Rusya’nın 24 saat İngilizce yayın yapan kanalı olan RT, ABD’de yayın yapmakta, bu kanalda, hem ABD hem de AB içindeki kapitalist düzenin çıkmazları işlenmektedir. Keiser Report ve The Julian Assange Show adlı programlarda, anti-kapitalist, anti-emperyalist bakış açıları, somut verilerle ortaya konmaktadır. Türkiye’de böyle bir kanal yayın yapsa, birkaç gün içinde kapatılır ve sansürlenir. Ancak ABD’de bu kanal özgürce yayın yapabiliyor ve Amerikalıların bir kısmı bu yayınları takip ediyor.

Dolayısıyla “ABD” diye bir genelleme yapmak yetmez. Hangi ABD? Henry David Thoreau, Noam Chomsky, Range Against The Machine, Jimi Hendrix, B.B. King, Talking Heads, Martin Luther King, Francis Ford Coppola, Oliver Stone...Bu önemli yazarların, akademisyenlerin, siyasetçilerin, müzisyenlerin, yönetmenlerin hepsi Amerikalı ve hepsi aynı zamanda ABD’nin emperyalizmine, kapitalizmine ve ırkçılığına karşı çıkmışlardır.

Bunun da ötesinde, ABD halkı ile ABD yönetimini de ayırmak gerekiyor. Çünkü ABD halkının neredeyse yarısı oy bile kullanmıyor. 2. Dünya Savaşı’ndan sonra ABD’de oy kullanma oranı %63’ün üzerine çıkmadı, %49 ile %63 arasında gidip geldi. Böyle bir tabloda ABD yönetiminin ABD halkını temsil ettiğini söylemek olanaklı mıdır?

Küba’nın komünist lideri Fidel Castro bile ABD yönetimi ile ABD halkı arasında bir ayrım yapmak konusunda büyük bir özen gösterirken, bizim bazı sözde solculara ne oluyor, bunu anlamak olanaklı değil.

Milliyetçilik bazı kesimlerde neredeyse solculuğu esir almış durumda!

ABD’nin oldukça karmaşık olan iç dengelerini anlamadan, dünyayı anlamak olanaklı değildir.

Sosyalizm, bundan 100 veya 200 yıl sonra, ABD’nin öncülüğünde gelişirse, buna bile şaşırmamak gerekir.