Balıkesir’e bağlı Susurluk kasabası sınırlarında 06 AC 600 plakalı bir Mercedes, 20 RC 701 plakalı bir kamyona çarptı. 3 Kasım 1996’da, saat 19:25 sularındaydı. Ardısıra yalnız MİT’in değil, MAH’ın, MimMim’in de deşifre olduğu zannı toplumda hakim oldu. Dahası, 1952 NATO Örgütü deşifre olmaya başladı kanısı, en azından biz kökten demokrat ahalide yaygın ruh haliydi o sıra.
Otomobili Hüseyin Kocadağ kullanıyordu. Bu merhum kardeşimiz, özellikle 1995 Gazi Olayları sırasında kalplere taht kurmuştu. Üstelik Alevi kimliğiyle de, ayrı bir ayrıcalık sahibiydi. Elbette o günlerde Kocadağ’ın Özel Harekat öğretmeni olduğunu bilmiyorduk.
Yanında Sedat Edip Bucak oturuyordu. Kazadan sağ kurtulmuştu. Üç dönem Doğru Yol Partisi milletvekili olarak parlamentoda yer almıştı.Aşiretinin seçilmiş bireyiydi.
Arka koltukta, Mehmet Özbay kimliğini kullanan Abdullah Çatlı ve Gonca Us oturuyordu. İkisi de merhum ve merhume oldu.
Abdullah Çatlı bir katliam sanığı olarak aranıyordu. Söz konusu katliam, Ankara Bahçelievler’de, 7 TİP üyesi öğrencinin vahşice öldürülmesiydi. Serdar Alten, Hürcan Gürses, Latif Can, Osman Nuri Uzunlar, Efraim Ezgin, Faruk Ercan ve Salih Gevence...
Katliam sanıklarından mahut Haluk Kırcı, marifetlerini şöyle özetlemiş:
“Kapı açılır açılmaz içeri girdik. Hepsini yere yatırdık. Ne yapacağımız konusunda talimat almak için Abdullah’a (Çatlı) birini gönderdik. Abdullah eter ve pamuk vermiş ‘Hepsini teker teker bayıltıp öldürelim’ demiş. Dışarı çıkıp, arabada bekleyen Abdullah’la konuştum. ‘Evde öldürmek zor olacak. ikişer ikişer götürüp öldürelim’ dedim. ‘Olur’ dedi. İki kişiyi Büyük Reis’in arabasına bindirip Eskişehir yoluna götürdük. Müsait bir yer bulup ikisini de yere yatırıp kafalarına ateş ettik (Üçer el). Geri döndük. Böyle zor olacağını anlayınca Abdullah, ‘tek tek boğalım bunları’ dedi. Bir tanesini zorla boğdum, diğer dördünü bu şekilde öldürmekte zor olacaktı. Arkadaşları gönderdim. Sonra da sedirin üzerinde bulunan dört kişiye yakın mesafeden ateş ederek mermilerin hepsin boşalttım. Silahı da götürüp Abdullah’a verdim.”
Büyük Reis kim mi? Benim tarlam çoktan sürülmüş, deyip, konuşmaya niyetlenip, vicdanıyla buluştuğu için esrarengiz bir kazayla öldürülen Muhsin Yazıcıoğlu.
Ölümcül ayrılıktaki kulvarlarda yer aldık ama Muhsin’i en iyi ben anlarım.
Neyse efendim, Mercedes kamyona çarptı, arkasından gelen eskorttan birileri arka bagajı açıp birtakım evrakı halletti. Biz de –yani bu memleketin enayilikte sınır tanımayan kökten demokratları- bir iyilik doğacak bu şer ikliminden, dedik.
Yurttaş Girişimi, hayli akabinde dünya sivil itaatsizlik tatkiği sınıfına alınan “Sürekli Aydınlık İçin 1 Dakika Karanlık” eylemini başlattı. Bu taktik o kadar başarılı oldu ki, arkadaşlarımız, sırf mahallelerini değil, sözgelişi garnizonları da anlatıyordu.
Biz mutluyduk o sıra, Ergin’i, Mebuse’yi kutluyorduk. Bağırsakları ortaya dökülmüş bir derin devletten kurtulma evresine girdiğimizi düşünüyorduk.
İtalya’daki Kızıl Tugaylar’ın ikinci kuşağıyla bile hesaplaşmamıştık o sıra. Varsa yoksa Negri, bir de Garzon.
Bakın ne oldu biliyor musunuz? Susurluk, döndü, bir derin devlet arındırmasına (sublimation) dönüştü. Bağırsaklarından bir Kurtlar Vadisi bile çıkarttı. Susurluk yargılanmadı, aklandı.
Bugün, yevmiyeli hukuk döneminde yaşanan ise, Susurluk’u aratan bir facia. 7 Şubat 2012’de başlatılan yevmiyeli hukuk, belli ki bir süre daha devam edecek.
AKP duvara çarptığını fark ediyor ama hâlâ bir çıkış arıyor.
Siyasi tarihi az buçuk bilenler, AKP’nin buradan çıkış yolu bulamayacağını da biliyor.
Mesele, kirletilen siyasi ahlakta.
Mesele, AKP ile bağlarını kopartan adamın, “Bulgurumu vermediler” feryadındaki ahlaki çürümede.
Mesele, bizim Yurttaş Kontratı’mızın berhava edilmesinde.
Bugünü anlatmam gerekmiyor. İğrenç bir günün içerisinden geçiyoruz. Her taraf bataklık.
Biz bu bataklıktan tertemiz çıkarız. Yeter ki omuz omuza duralım.