Eski bir şiirde, “tarih yapılırken uyuyamam” diyeyazmıştım; tam öyle bir zaman akabesinde (dar boğaz) yahut şahikasındayız (zirve) şimdi. Dilerim birincisinden yükselip ikincisine varabiliriz.
Bir kan denizinde yıkanan memleketimiz, şehit/şehîd üzerinden menkibelerle beslenen mikromilliyetçiliklerin yan etkileri, silahlanma bütçesindeki devasa artışa da bağlı olarak borçlu doğacağını –yazık ki- bildiğim müstakbel torunum vb. bir yana, tek bir insanın ölümünün trajedi olduğunu anlamanın iç bunaltısı karşısında, 2013 Newrozu / Nevruzu, Diyarbakır’dan tarih yeli estirdi.
T24’ten, hızla okudum Öcalan’ın mektubunu. İlk okuma notlarım şöyle:
Bu tarihi bir konuşma, evet. Nedir, buradaki tarihilik daha çok, Öcalan’ın mektubunun, yüzbinlerce insanın katıldığı bir kutlama toplantısının kürsüsünden okunuyor olması.
Oslo dizi görüşmelerinin fâş edilmesinin ardından, kısa süreli bir “ip edebiyatı” kabarması yaşayan “etraf”, yeniyılı İmralı’da geçiren MİT Müsteşarı’nın da fâş edilmesiyle, bu kez tersi yönde bir eğilim serdetti. Müzakere eden taraflara, özetlersek Erdoğan’a ve Öcalan’a, umulanın çok üzerinde bir kredi açtı.
Bu “etraf” nitelemesini belki daha sonra ayrıntılı açıklarım ama şu kadarını söylemeliyim: Türkiye’nin bütün yakıcı meselelerinde, doğrudan muhatap olan toplumsal kesimlerin kâhir ekseriyeti, taraf değil etraf pozisyonunu benimsedi. Belki kronik meselelerin bir alt metni de bu sayılmak gerekir.
Başlayalım; Öcalan nasıl söyledi?
Öcalan, mektubunun büyük bir topluluk karşısında “yüksek” seslendirileceğini bilmenin bütün inceliklerini kullanan bir “ajitatör hatip” olarak seslendi.
Söyleyeceklerini, kimi satır aralarına, kimi çağrı izlenimi uyandıran olasılık matematiğine, kimi ittifak arayan Birleşmiş Milletler temsilcisi söylemine yayarak, kendi hedef kitlesinin yüreğine seslendi Öcalan.
Şark’ın müthiş simyası olan “gizem”e de bolca başvuruyor, hiçbir şey söylemiyormuş gibi yaparak söyleyebileceklerini hissettirmeye çalışıyordu.
Peki Öcalan ne söylüyordu?
“Son iki yüz yıllık fetih savaşları, Batılı emperyalist müdahaleler, baskıcı ve inkârcı anlayışlar, Arabî, Türkî, Fârısî, Kürdî toplulukları ulus devletçiklere, sanal sınırlara, sunî problemlere garketmeye çalışmıştır,” ya da “Kapitalist moderniteye dayalı son yüzyılın baskı, imha ve asimilasyon politikaları; halkı bağlamayan dar bir seçkinci iktidar elitinin, tüm tarihi ve de kardeşlik hukukunu inkâr eden çabalarını ifade etmektedir,” derken, milli mesele yükünün ağırlığını 1924 Meclisi’ne, dolaysız olarak Kemalist uygulamaya yüklüyordu.
Burada, pragmatik bir siyasetçi olan Öcalan’ın, müzakere ortağının elini hafifletecek bir söylem kullandığı izlenimi edindim. “Artık silahlar sussun, fikir ve siyasetler konuşsun,” selamını da buna yordum.
Elbette Öcalan, bir taraftan, “trans-national / ulus ötesi” toplum yaratma konusundaki öncü arzusunu da dile getiriyordu.
Öcalan, 1920 Meclisi’ne ve mütemmim cüz’ü olan 1921 Anayasası’na yaptığı göndermelerle, önemli bir vurgusunu araya ustaca yerleştirmişti: “Ortadoğu’nun temel iki stratejik gücü”! Yabana atılmaması gereken bir vurgu...
“İslam bayrağı altındaki ortak yaşam,” vurgusu, konuşmanın bir bölümünü birlikte dinlediğimiz bir arkadaşımda “Türk-Kürt-İslam sentezi” çağrışımına yol açtı. Bana göre ise, bu entresan bireşim önermesi iki anlama geliyordu. Birincisi, yukarıda söylediğim müzakereci pragmatizmine; ikincisi ise, “Mustazaflar”a alan kaptırmayacağının altını çizmesine...
Öcalan, “Model inşa etmeye çalışıyoruz,” diyerek kurucu pozisyonunda ısrarlı olduğunu belirtiyor, “Ezilen mezhep ve tarikatlar” vurgusunun önüne, “En eski sömürge ve ezilen sınıf olarak kadınlar” ile ardına “İşçi sınıfı”nı yerleştirerek, bir tür Latin devrimciliği açılımına yöneliyordu.
“Bölge halkları yeni şafakların doğuşuna şahitlik etmektedir,” ya da “Savaşlardan, çatışmalardan, bölünmelerden yorgun düşen Ortadoğu halkları artık kökleri üzerinden yeniden doğmak, omuz omuza ayağa kalkmak istiyor,” derken, romantik bir ajitatör izlenimi verse de, “Yeni mücadele” kavramını kullanarak, “Fikir, ideoloji, demokratik siyaset” önermesiyle, kırmızı çizgisini de gayet net biçimde çekiyor, silahlı mücadeleye yegâne alternatif olarak “demokratik kabul esası”na işaret ediyordu.
Mektubun, iki yönlü anlamaya müsait nadir bölümü;“Misak-ı Milli’ye aykırı olarak parçalanmış ve bugün Suriye ve Irak Arap Cumhuriyeti’nde ağır sorunlar ve çatışmalar içinde yaşamaya mahkûm edilen Kürtleri, Türkmenleri, Asurîleri ve Arapları birleşik bir “Milli Dayanışma ve Barış Konferansı” temelinde kendi gerçeklerini tartışmaya, bilinçlenmeye ve kararlaşmaya çağırıyorum,” sözleriydi.
Osmanlı hinterlandının bir bölümüne işaret gönderen bu sözler, bir vizyonmuydu, müzakere pragmatizminin gözde süsleri mi, anlamak için zaman gerekiyor.
Gelelim, Öcalan’ın neleri söylemediğine:
“Artık silahlı unsurlarımızın sınır ötesine çekilmesi aşamasına gelinmiştir,” cümlesinden, “sınır dışı çağrısı” sonucu çıkartan acullardan farklı düşündüğümü söylemeliyim.
Öcalan, gelinen bir aşamadan söz ederken, üç koşulu bir arada söylüyor gibi geldi bana:
İlki, bu aşamada, silah bırakmayı kabul etmiyor olması.
İkincisi, çekilmenin şeklinin ve takviminin daha az şeffaf müzakerelerle belirlenecek olması.
Üçüncüsü ve belki en önemlisi ise, çekilmenin nereye doğru olacağının kimler tarafından tayin edileceği. Daha açık söylemek gerekirse, çekilmenin Irak’a doğru mu, Suriye’ye doğru mu olacağı. Zayıf ihtimal olarak İran’ı da hesaba katabiliriz elbette.
Öcalan, bir müzakereci olarak can alıcı konusuna da hiç değinmiyor: Anayasa. Anayasal yurttaşlık tarifi konusundaki net talebini metnin bütününe yayarak ihsas etmekle yetiniyor.
Öcalan, çatışmasızlığın ve takip edecek ateşkes sürecinin garanti altına alınması konusuna da değinmiyor.
Buradan çıkacak sonuç, müzakerenin süreceğidir.
Şimdi bir bakaloryadan geçecek Türkiye. Zemin hâlâ kaygan ama düne göre çok daha net. Âni soğutulmuş silisyum üzerinde dolaştığımızı herkes bilmeli.
Barış, savaşın acısını hissedenlerin becerebileceği bir iştir.