Orhan Alkaya

27 Nisan 2012

Meds yeghern

97 sene evvel Anadolu topraklarında bir “büyük felaket” yaşandı, meds yeghern! Yüzleşmeye bir türlü yanaşmadığımız...

(Bir önceki hayırlı Cuma’yı boş geçtiğim için t24 okurlarından bağışlanmamı rica ediyorum. Yeni ve nurtopu gibi bir “büyük felaket” yüzünden, o günleri ve şimdileri ilkin faillere ricat çağrıları ve görüşmeleriyle, ardından televizyonların ana haber bültenlerinde bilgilendirme yapmakla, bir iki kez, bilisiz birilerine dert anlatmakla ve nihayetinde sokağa inip meselemizi bir kez de orada konuşmakla geçirdim, geçirdik.)

***

97 sene evvel Anadolu topraklarında bir “büyük felaket” yaşandı, meds yeghern! Yüzleşmeye bir türlü yanaşmadığımız kirli bir tarih aralığı, bana değil de Nürnberg kriterlerine bakarsanız dokuzda dokuz “soykırım” tarifine uyan büyük bir trajedi.

97 sene sonra aynı günün sabahında ise, 98 sene önce kurulmuş bir tiyatro kurumuna karşı girişilen palalı saldırıya karşı durmak üzere, bugüne dek tiyatro mesleğiyle ilgili gerçekleşmiş en büyük kitlesel gösteri için sanatçılar ve seyirciler Galatasaray’daydı. Peki, ne oldu da, tiyatrocular işlerini güçlerini, sahnelerini provalarını bırakıp sokağa indi yahut çıktı?

Aynı zaman aralığında, TBMM komisyonunda bir AKP milletvekili, derin ve güçlü şair Metin Altıok’un ihrak-ı binnâr edildiği Madımak katliamı ile ilgili olarak, kızı Zeynep’e, “Hiç, Aziz Nesin sussaydı da babam ölmeseydi, dediniz mi,” sorusunu nasıl sorabildi?

Bu ülkenin yetiştirdiği en önemli müzik adamlarından biri, Japonya’ya yerleşeceğim, dediğinde, gitsin mi kalsın mı, anketi yapmak ise nasıl bir zekânın ürünüydü? Halkın ortalamasını tesbit etmek için ortalamayı aşağılara davet etme buluşu, parlak bulunabilir mi?

Bu ara bir de, hep sevip benimsediğimiz bir düsturu üzerimize sarkıtıyorlar: Herkes kendi işini yapsın.

Peki öyleyse, önce kendi işimi yapayım ve tiyatroma dayatılan darbeci Yönetmelik’ten bahsedeyim. Böylece, Yönetmelik ile ilgili fikir beyan eden Başbakan ve Belediye Başkanı ile aramdaki mesafeyi de korumuş olurum.

“(...) eski adı Darülbedayi-i Osmanî olan Şehir Tiyatroları Şube Müdürlüğü” diye başlamış birinci maddede bu Yönetmelik.

Yanlış. Darülbedayi tercümesi, konservatuar kelimesini karşılamak üzere Ali Ekrem Bey tarafından önerilip, minnettarı olduğumuz Cemil Paşa tarafından kabul edildi. Bu Cemil Paşa, İstanbullu’nun bugün de bildiği haliyle Operatör Doktor Cemil Topuzlu, zamanın Belediye Reisi idi. Osmanlı’nın borç bataklığında yüzdüğü, Birinci Dünya Savaşı’na girdiği senelerde Konservatuar kurup başına Andre Antoine’ı –tanımayanları için, zamanının Peter Brook’u- getiren Cemil Paşa yani...

Darülbedayi-i Osmanî konservatuarın adıydı. 1927’de derlenip, 1931’de kurumsallaşan tiyatronun adı Darülbedayi idi ve 1934’de İstanbul Şehir Tiyatrosu adını aldı.

Yönetmelik yazan, birinci maddede vahim bir hata yapmışsa altını okumalı mı?

Elbette. Çünkü bu palalar Rwanda palaları kadar keskin. Bu palalar bir “sanat kurumu”nu tarihinde ilk kez “şube müdürlüğü” olarak tarif edecek kadar kıyıcı. Dahası, bu palalar, hiç de gönül palası değil, düpedüz intikam palası.

Çıldırmış temizlikçiler vardır; deli gibi cam siler, toz alır, ortalığı şartlar, hızlarını alamaz kedilerini yıkar, üstüne bir de sıkarlar. Bugün de böyle, âdeta hiçbirimizin fark etmediği bir temizlik oldu, bitti, şimdi bizi de çamaşır makinesine atmadan önce çamaşır suyuna bastırıyorlar. Talimatname okumadan üstelik. İlk kez karşılaştıkları bir materyali de arap sabunu ile yıkamaya niyet etmiş gibiler.

Bu ülke emeklemeye henüz başladığında, 26 Mayıs 1927 tarih ve 1050 sayılı bir kanun çıkarttı. Bu kanun “katma bütçe”yi düzenliyordu ve Cumhuriyet tarihinin gelmiş geçmiş tek sübvansiyon kanunuydu. Ne demek bu? Benim bir üstyapı olarak yapmakla yükümlü olduğum işlerin hepsi kâr getirmez. Öyleyse, kâr getiren işlerimle getirmeyenleri bir havuzda toplayayım, sonra da havuzu eşit olarak böleyim. Bu kadar basit işte. Karayolu, demiryolu, kanalizasyon ağı kâr getirmez. Finanstan, eğlenceden, ulaştırmadan kâr ederim. Tiyatro, opera, bale, sinema, klasik –iki türde de- müzik kâr getirmez, ama karayolu kadar ihtiyacımdır. Öyleyse sübvansiyon gerekir.

Bu kanun, bu ülkede sanatın olabildiği kadar yeşermesine ama daha önemlisi, sözgelişi Britanya’dan bile daha kesintisiz sürdürülmesine imkân sağladı. Sonra 2005’te 5018 sayılı Kamu Mali Yönetimi Kontrol Kanunu çıkarıldı. İlk bakışta bir “şeffaflaşma” içeriyor gibiydi ama AKP döneminin pek çok kanunu gibi bu da bir “torba”ydı. Katma Bütçe uygulamasını da bu torbadan çekerek kaldırdılar ve Türkiye sübvansiyon dışı kaldı.

Şehir Tiyatroları’nın problemi o tarihte tavan yaptı. Genel Bütçe’nin içine dahil olarak, meslek ayrıntılarını bürokratların insafına bırakan bir sürece girdi tiyatro. 2005’ten beri yazıp söylüyorum, bir tiyatro kurumunu Fen İşleri, Yapı İşleri metoduyla yönetmek mümkün değildir. Bugüne kadar, bu imkânsıza göz yumarak ve sorunu erteleyerek geldiler. Bugün yaptıkları ise, imkânsızı mümkün kılma çabası bile değil, nasıl yok etsek, gayretidir.

Konu uzayacak, belli. Doğan, bu çok telli yazarına hafta arası ekstra bir yazı için yer açarsa, ki açar, devam ederiz. Söz, size dünya tiyatro tarihinin bu en eksantrik Yönetmelik’ini anlatmaya çalışacağım.

Şehir Tiyatroları yok edilemeyecek. Çünkü biz varız.

Biz kim miyiz?

29 Nisan Pazar akşamı şarkılarımızı hep birlikte söylemek için, İstanbul’un en güzel manzarasını haiz Muhsin Ertuğrul Sahnesi önündeki seyirlikte buluşalım, diyenleriz.Saat 18:30’da oradayız, efendim, bekliyoruz.