Lizbon’daki ikinci gece, 1994 senesi, sabaha doğru ağlayarak uyanmıştım. Bir rüyadan uyanmıştım aslında.
Merdivenle yeraltına inilen bir mekândaydık. Uzun bir tahta masanın etrafında, kimi ölmüş, kimi çok şükür yaşayan eski arkadaşlarım vardı. Kucaklaşırken bir tanesinin, “rüya bu ya” Obeliks gövdesini biraz incelmiş gördüğüm Paşa’nın boynuna sarıldığımda, ensesinden doğru bir koku duymuştum. Arkadaşımın kokusu...
Lizbon’a gelişimiz bir âlemdi. Endülüs’e doğru yol almak üzere Madrid tren garında kuyruk bekliyorduk. Kuyruğun en önünde, yaylanmadan seçilemeyecek kısa boylulukta bir hanımefendi, anlayabildiğimiz kadarıyla tren bileti fiyatıyla ilgili uzun bir tartışmaya tutuşmuştu biletçi çocukla.
Eskiden kalma fobik bir reaksiyonum vardır, bekleme haline. Terlemeye, sıkılmaya başlamıştım ki, uzakta bir gişenin önünde kimse olmadığını gördüm –âlâ-. Dikkatle, gözlerimi kısarak baktığımda, kartona yazılmış “Lisboa/Lisbon” yazısını fark ettim. Sevgilime, haydi, dedim, Lizbon’a gidelim.
Madrid için fazladan birkaç saat daha kalacaktı üstelik elimizde, Lizbon treni gecenin başlarında kalkıyordu. Sevgilim, birçok kere olduğu gibi beni kırmadı, Endülüs’ü öteleyip, boş camekâna yöneldik.
Yanılmıyorsam sekiz saat kadar, tangır tungur bir trende, Ducados’lu, sangrialı ve bol hatırlamalı, şiirli bir sallanmayla sabahın körünü bulduk. Gardan kafamızı uzatır uzatmaz bizi enseleyen tombulca Portekizli’nin peşine takılıp, “şahin görünümlü şahin” arabasıyla evden bozma pansiyonuna vardık.
Uykusuzluğun dibini bulmuş hâldeyiz ama, hem yeni bir şehirde olmanın kıpırtısı, hem paranın dibini bulmuş olmanın organize olma lojiğiyle, eşyaları bırakıp şehre koyulduk. Önce ilk PTT’den para siparişimizi verdik –elbette nazımız geçen bir arkadaşımıza-, ardından gözümüz kesen bir kahvehaneye oturup, Portekiz’in İspanya’ya kıyasla ne kadar ekonomik bir memleket olduğunu sevinçle keşfettik.
Komünist Partililer Avrupa Birliği protestosu için araba üstü hoparlör kurmakla meşgûldü, bu durumu tartıştık. O sıra bizim memlekette içsavaş yahut Tak Şak Paşa’nın saptamasıyla “düşük yoğunluklu savaş” hüküm sürüyor –ki bu düşük yoğunluklu savaş, ABD’nin Vietnam işgâli için kullandığı askerî terimdir-. İdam cezası yürürlükte. Bugünkü Özel Yetkilileri ve Terör Mahkemeleri’ni mumla aratacağını henüz bilmediğimiz DGM’ler ensemizde boza pişiriyor.
Portekizli komünistleri anlamakta biraz zorlandık. Ne olsa Mario Soares’in imzasını attığı bir ülkedeydik.
Şehri tanımaya soyunduk, nâmı şehri aşmış Alfama önceliğimizdi elbette. Bir de Pessoa ustamın müdavim kahvehanesi A Bresileira. Alfama’ya evrilen bir asansör vardı ama üç kuruştan tasarruf edelim deyip, baldıra kuvvet tırmanmayı tercih ettik. Gecekondular, işgâl evleri, anarşist bayrakları arasından geçip meydanlık bir yere vardık sonunda. Eyüp’ü tırmanıp Piyer Loti kahvehanesine varmak benzeri bir durumu betimleyebilirsiniz.
Bu Lizbon şehrinin tamı tamına yedi tepesi var. Şehir Hatları vaporu da var. O sıra nüfusu iki milyonu az geçkindi yanlış hatırlamıyorsam. Sakin bir şehir, iş arası ve iş çıkışı saatlerinde biraz daha hareketli. Anlayacağınız, bu şehir, beni İstanbullu çocukluğuma yavaş yavaş taşımaya başladı.
Sıra bana gelmişti, 120 Rua Garrett’e ulaştık. Uzaktan bir adam gördüm, karaltı halinde. Bizim çok yaşayası Sezen Cumhur’umuzun dilimize pelesenk ettiği “çikolata renkli” bir adam, masasında oturmuş bacak bacak üstünde. Bu bizim Fernando, dedim. Aradığımız kahveyi şıpınişi bulmuştuk. Fernando Pessoa, harikulâde bir heykel haliyle –ki çikolatalığı da o yüzden- A Bresileira’nın kapısının önünde, masasında oturuyordu.
İçeri girdik. O sıra sigara yasağı dingilliği filan yok. Cam kenarında bir masaya oturduk. En fazla tanıdığım ikinci Portekizli olan Benfica ve Portekiz milli takımının efsane “perla negra”sı Eusebio’ya benzeyen gülümser bir kız masamıza geldi. Macieira istedim. Sevgilim ne istemişti hatırlamıyorum ama, onunki alkolsüzdü başlangıçta. Giderek bana ayak uydurmaya çalıştıydı.
Macieira Portekizlilerin milli içkilerinden, fevkalâde leziz bir brandy. Yolunuz Hamburg’a düşecekse arayın, size yüklü dublesi 1.90 Euro’ya Macieira içebileceğiniz çok neşeli bir Portekiz barı tavsiye edebilirim. Tek kusurları, müdavimlerinin kahir ekseriyetinin Hamburg SV taraftarı olması.
Şair mükemmel aldatır, diyen bir adamın komşusu olarak geçirdiğimiz üç uzun günde, A Bresileira’nın müdavimi olmuştuk. Tıpkı bugün yerinde göbekli bir marina hüküm süren Kalamış’ın müdavimi olduğumuz vakitlerdeki gibi... Atina kıyıları kokusu hâlâ burnumda tüten Rumelihisarı’nın ve daha birçok...
İkinci gün sevgilimin doğum günüydü. Beklediğimiz para da gelmişti çok şükür. Okyanus etrafında bir lokantayı gündüzden gözüme kestirdiydim. Nasıl bir aşk halinde olmalıyız ki, orta yaşlı, ince bir adam olan servis elemanının koskoca bir ahşap üzerinde, edevatıyla birlikte ortamıza koyduğu istakozu başlangıçta ayrımsayamamışız.
İstakoza eyvallah da, narin ruhlu bir gece için sert ve zahmetli bir yiyecek. Sipariş etmediğimizi söyleyecek olduk. Beşiktaş çarşısına ait bir siması olduğunu o ân fark ettiğim ince bıyıklı servis elemanı, benim ikramım, dedi. Üzgün gözlerinde bir tür gurur ışığı parlıyordu.
Portekiz, Eusebio da Silva Ferreira’yı bile kilitleyen Salazar faşizminden “Karanfil Devrimi” ile sıyrılmış, acele etmeden, tozlarını silkeleyerek yeni hayatını kuruyordu. Senelerce senelerce öncesinden işleyen yaralarını sarıyordu bir bakıma. Senelerce sürecek bir tedavi...
Lizbon âdeta çocukluğumun İstanbulluydu. Yedi tepeli şehrimdeydim bir rüyada.
Bugün, yağmalanmış, gasp edilmiş, oksijensizleştirilmiş, dikine fallik beton yığınlarıyla, tanımadığım bir ayine terk edilmiş şehrim, rüyamda yedi tepeli Lizbon oluvermişti. Rüyanın naivliğine bakın ki, o günlerde TOKİ kütleleri, Taş Yapı işgalciliği, Ağaoğlu conqueror’lüğü dahi belirmemişti ufukta. İmar tadilat planlarıyla yürütülen üç kâğıtçılığı bile bilmiyordum.
Üstüne bir de bizim çocuklar, uzun bir tahta masanın etrafındaydı, buluşmuştuk. Sanki kimse ölmemişti, can canı boğazlamaya yeltenmemişti, hatıralarımız bizi hiç terk etmeyecekti, mahallenin sipsisine iki tokat yeter de artardı...
Reel siyasetin, egosu patlamak üzere özgüvensiz, itibarsız ve şımarık dilinden boğulmak üzereyken eski bir rüyayı hatırlamak nasıl iyi geliyor insana.