Orhan Alkaya

01 Ocak 2013

Başbakan’a maruz kaldığımız bir yıl bitti

Medya Takip Merkezi’nin \'2012 yılına damgasını vuran olaylar\' sıralamasında, kültür hayatımızı doğrudan ilgilendiren olayların ilk yirmi beş sırada yer almaması, belki III. AKP Hükümeti’nin bir “kültür politikası” olmamasının da tezahürüdür

Medya Takip Merkezi’nin “2012 yılına damgasını vuran olaylar” sıralamasında, kültür hayatımızı doğrudan ilgilendiren olayların ilk yirmi beş sırada yer almaması, belki III. AKP Hükümeti’nin bir “kültür politikası” olmamasının da tezahürüdür. Listeye 7. Sıradan giren 4+4+4 zorunlu eğitim modeli ve 8. Sıradan giren Oda TV davası ise dolaylı yoldan kültür hayatımızı ilgilendiriyor.

İlköğretimi deneme tahtasına çeviren I. II. Ve III. AKP Hükümetlerinin, kuşaklar boyu sürecek iz bırakma girişimleri hayli kaygı verici. Yılın son ayında, milli ve eğitimci olanların Yunus Emre’yi bile sansürleyebileceklerine tanık olduk –ki bu “erken haberci” sayılabilir ve antik tragedyada erken habercilerin sonu, malûmdur.

Bu arada, alıntı ahlâkının yerlerde süründüğünü de bu meseleye eklemleyebiliriz. Bir alıntıda atlama yapıyorsanız “(...)” imini koyarsınız. Ötekinin adı sansürdür.

An itibariyle yetmiş üç gazeteci tutuklu yargılanıyor. Bu da medyanın KOAH’ı (kronik obstrüktif akciğer hastalığı) sayılmak gerekir.

Evet, III. AKP Hükümeti’nin, “Çıraklık” ve “Kalfalık” hükümetleri gibi, bir kültür politikası yok. Ayırt edici biçimde ortaya çıkan “Ustalık” farkları ise, fütursuz (irreverent) bir mal sahibi yanılsamasıyla züccaciye dükkânında koşuşturup durmaları oldu yıl boyu.

III. AKP Hükümeti’nin belirgin özelliği “ticarî-siyaset” (ekonomi politikin şarka uyarlanmış günübirlikçi disiplini) sahasındaki avant-garde (öncü birlik) uygulamalarını gölgeleyebilecek her türlü eleştiriye ve eleştirel düşünceye karşı tahammülsüzlükleri. Tahammülsüzlüklerini serdederken de, “devlet”in ve “töre”nin kutsallaştırıp yakıcı bir kabukla sıvadığı kavramlara sımsıkı bağlılıkları, statüko bağımlılıklarının bir göstergesi sayılmak gerekir.

Mizahçıların 12 Eylül’den sonra yeniden etkili bir dekonstrüktif (yapı-bozucu) rol üstlenmeleri de 2012’nin kayda geçmesi gereken bir olgusu. Simgesel olarak Musa Kart’ın “kedi-başbakan”ıyla başlayan bu süreç, 2012’de “korku duvarı”nı bir hayli aşındırdı.

III. AKP Hükümeti’nin “Tek Adam”ı hiç kuşkusuz Başbakan. Başlarda gündem değiştirme sözcülüğüne memur edilen İçişleri Bakanı Şahin de bir süre sonra geri çekildi ve Başbakan “Ben Başbakanım, elbette gündemi ben belirleyeceğim,” diyerek, döneme bir üst başlık da attı.

Yeni yılı Noel ertesi başlatan İçişleri Bakanı, 2012’nin ufkunu 26 Aralık 2011’de belirlemişti: “Birileri de ciddi halde saptırma yaparak, kendine göre gerekçeler uydurarak, makulleştirerek, teröre destek veriyor. Resim yaparak, tuvale yansıtarak, şiir yazarak, şiire yansıtarak, günlük makale yazarak.” Devletin kutsal kavramlarından terör (-le mücadele) belki ilk kez ressamlara da yansıtılıyordu ve gelecek “güzel” günler böylece muştulanıyordu.

“Hapiste yatan yazar ve gazeteciler yüzünden Türkiye’ye gelmeyi reddediyorum,” diyen Amerikalı yazar Paul Auster’a Başbakan’ın cevabı da, bir ara peşrev olarak kayda geçmeli: “Aman! Biz sana çok muhtacız. Gelsen ne olur gelmesen ne olur. İsrail’e gitmiş. Sen ne cahil bir adamsın.”

Bu sözlerin iki önemli yanı var. İlki, Başbakan’ın “Ustalık” döneminde prompter yardımına ihtiyaç duymayacağı kanaatine varmış olması, ki bunun tezahürlerine yıl boyunca maruz kaldık. Diğeri ise, gene yıl boyunca tanık olduğumuz “danışman kifayetsizliği” problemi.

III. AKP Hükümeti’nin fütursuzluğu, toplum sathı mailinde, bürokraside ve bilhassa medyada, belki de bütün döneme şamil bir temel duygulanıma yol açtı: Korku!

Bu “korku dönemi” tutuklamaları ve yargılamaları ile de tarihte şimdiden kendisine epey sayfa açtı. Özel yetkili savcı ve yargıçların da bu korku üretiminde yadsınamayacak katkıları teslim edilmeli. Toplumun genetik koduna sinmiş “durumdan vazife çıkartma” kültürünün mümtaz temsilcileri de yıl boyu enikonu sahne aldı.

Tweet enstrümanını sıklıkla kullanan piyanist ve kompozitör Fazıl Say, 6.5 yıl hapis cezası talebiyle yargılanıyor. Fazıl’ın dünya ölçeğindeki ünü de hesaba katılırsa, önümüzdeki dönemde, hele yargıdan ceza yönünde bir karar çıkarsa, Auster örneğinin klasik müzik sahasına doğru yayılması beklenebilir.

Chuck Palahniuk’un “Ölüm Pornosu” romanından Aslı Tohumcu’nun “Abis”ine, bir zihniyet altyapısı, gene, küçükleri muzır neşriyattan korumak amacıyla nöbetteydi.

Bu muzır kıyametlerden biri de, tiyatro edebiyatının parlak yazarlarından Şilili Marco Antonio de la Parra’nın yazdığı “Günlük Müstehcen Sırlar” oyunu etrafında kopartıldı. Akademik ünvanı “profesör” olan ve kendisini “AKP’nin tek sanatçısı” ilan eden bir Zaman gazetesi yazarı, İstanbul Şehir Tiyatroları’nda sahnelenen oyun için Şubat’ın 14’ünde, tumturaklı bir köşe yazısı döktürdü.

İşin ilginç yönü, bu yazar oyunu okumamış ve seyretmemişti. Nereden mi biliyorum? Hem yazdım, hem birkaç televizyon canlı yayınında söyledim: Bir akademisyen, iki sukastçiyi iki teşhirci olarak anlamışsa eğer, öğrencilerine yazık! Bu yazar, ilkin oyunu seyretmediğini kabul etti, -ama- okuduğu, iddiasında da ısrarcı olmadı.

Peşi sıra ortaya çıktı ki, bu yazı ve gene aynı gazetede, yakın tarihlerde peşpeşe çıkan İstanbul Şehir Tiyatroları hakkında olumsuzlayıcı haberler, lojistik bir hazırlığın parçalarıydı. 12 Nisan 2012 tarihinde, İstanbul  Büyükşehir Belediye Meclisi, 1914’te kurulan İstanbul Şehir Tiyatroları tarihindeki en aşağılayıcı, en hakaretâmiz oylamayı yaparak tiyatronun yönetmeliğini değiştirdi.

Bu yeni yönetmelik ile birlikte, yüz yıllık Şehir Tiyatroları ve üç bin yıllık tiyatro tarihi, fütursuz bir “yenilik”le karşılaştı. Artık tiyatroyu tiyatrocular değil bürokratlar yönetecek, sahnelenecek oyunlara da tiyatro bünyesi ve mesleği dışından oluşturulması mümkün bir heyet karar verecekti.

Bu yönetmeliğin arasına sıkışmış bir maddecik ise, “tanrı parçacığı” gibi, “Usta”lığın tözünü deşifre ediyordu. Şehir Tiyatroları Müdürü’ne tanınan yetkiler arasındaki maddecik aynen şöyleydi: “Büyüyen İstanbul’da tiyatroyu yaygınlaştırmak maksadıyla gereğinde hizmet alım suretiyle oyun satın almak ve sahnelemek.”

Ne mi var bunda?

Henüz yönetmelik değişikliği yapılmadan, Şehir Tiyatroları bütçesi kullanılarak bir ihale sonuçlanmış ve 2.750.000 TL mummen bedel ile üç oyun satın alınmıştı bile. Bu rakam 2011’de profesyonel özel tiyatroların tamamına dağıtılan kamu desteğinin üzerindeydi. Açılımları çok uzun sürer ama Şehir Tiyatroları’nda Genel Sanat Yönetmenliği de yapmış bir “kadrolu” rejisör sıfatıyla söyleyeyim; bu üç oyun, mevcut haliyle, amortisman sahibi Şehir Tiyatroları’na minimum 45.000, maksimum 80.000 liraya mal olurdu. Aradaki farkı ise kamu ödeyecek.

12 Nisan’da yönetmelik çıktı, 13 Nisan’da  sanatçılardan ilk tepki geldi, ardından yedi bin kişiye ulaşan bir topluluğun dünya tiyatro tarihine geçen “Korkuya Karşı Özgür Tiyatro” mottolu itiraz yürüyüşü, tiyatro önünde sabahlama, derken, bir “ilk” daha gerçekleşti: 150 saat hiç durmadan –sahiden hiç durmadan- 163 grubun sahne aldığı bir “Sanat Maratonu” gerçekleştirildi. Bataklıkta nadide çiçekler de açıyordu.

Özgüveni tavan yapan promptersiz Başbakan, bu sürecin bir aralığında “Tiyatroları özelleştiriyorum,” deyiverdi. Bizim daha ilk günden “Özelleştiremezsin, çünkü...” dememize rağmen Ankara bürokrasisi birbirine girdi. Formüller aradılar, bulamadılar.

Bu zilletin tek faydası ise, cehaletin perdesini bir miktar aralayabilmemiz oldu. “Dünyada böyle tiyatro kalmadı, bu komünist sistemin tiyatrosu vb.” kutsal kavramlarına karşı dünyayı anlatma çabamız, nihayet bir karşılık buldu ve dünyanın her yerinde ödenekli kamu tiyatrolarının olduğunu, bu tiyatroların ana akımı temsil ettiğini anlatabildik.

Auster kızgınlığının arasına sıkışan “dindar ve kindar gençlik yetiştirmek”ten başlayıp, kamu tiyatrolarının özelleştirilmesinin mümkün olmadığı en küt kafalarda bile karşılık bulduğunda patlayan “her kürtaj bir Uludere”lere, “sezaryene karşıyım”lara mugalatalarıyla dolu bir yılın gündem yaratma şampiyonu Başbakan, yılın sonlarına doğru, bir televizyon dizisine kafayı fena halde taktı.

Uzun süre Suriye BAAS’ını iç muhalefeti ilan edip, dış politikası BM Güvenlik Konseyi’ne ve Pentagon’a çarptığında gündem arayışını geniş ve pop sahalara yayan Başbakan, yılın sonlarına doğru “Muhteşem Yüzyıl” isimli televizyon dizisinin “ecdadına” hakaret ettiğini iddia ederek, daha önce de sık sık yaptığı gibi “yargı”yı vazifeye davet etti.

“Kusura bakmasın ama, onun ecdadıysa bizim dedemiz,” diyen Selahaddin Osmanoğlu ise, zarafetle, Başbakan’a yerini gösterdi. E, Osmanlı’ya “ecdad” demek herkesin haddi değildir ne olsa.

Şubat ayında Biletix isimli online şirketinin Grup Yorum konserine bilet satışını durdurup, ardından geri adım atması; Aralık’ta dokuz yönetmenin kısa filmlerinden oluşan “F Tipi Film”e İstanbul Belediyesi’nin afiş asma rezervi getirmesi; gene Aralık ayında Eskişehir’de ressam Emin Gülören’in “Nü” temalı sergisinin açılışının ertesinde, tablolarının indirilip ters çevrilmesi benzeri, durumdan vazife çıkartmalara da sıkça rastlandı 2012 boyunca.

III. AKP Hükümeti söylem rotasını toplumun en geri(ci) değer yargılarıyla özdeşleşme yönünde güncellerken, özellikle İstanbul şehri, dünyanın “kaos başkenti” olma yolunda ileri adımlar atıyordu. Rengârenk ve uluslararası bir kültür hayatı, engelleri umursamadan etkinliğini artırırken, çok ilginç bir bienal ilk adımını hayli politik bir temayla attı.

İstanbul Tasarım Bienali, toplumsal kültür tarihini tarümar etmekte olan “kentsel dönüşüm” üst başlıklı rant el değiştirmesine etkili bir projektör tuttu.

Karadeniz yerleşkelerini sahilden kopartan, TOKİ zevksizliğini ülke sathına yayan, Süleymaniye’yi, Sulukule’yi ne idüğü belirsiz bir konut a-estetiği ile “renove eden”, Taksim’e işlevini tamamlamış bir kışla replikası yapacağını ges ges gerinerek duyuran, Ataşehir’e yaptırdığı camiye V.I.P. bölümü ekleterek Suudilerle yarışan, ne anlama geldiğini bile öğrenmeye tenezzül etmediği “selatin camii” kavramını görgüsüz replikalara yakıştıran bir kültüre tokat gibi bir cevaptı bu Bienal.

Bienalin kuratörlerinden Emre Arolat diyordu ki: “Hızlı hatta düpedüz acele kararlar. Yangından mal kaçırırcasına. (...) Musibet sergisi, her ne kadar omurgasına İstanbul’u alsa da, farklı coğrafyalarda süregiden büyük dönüşümlerin birbirinden farklı yüzlerini göz önüne sermeyi ve bu bağlamda ortaya konan tasarım etkinliklerinin kerameti kendinden menkul meşruiyet düzlemlerinin sorgulanabileceği küçük bir aralık açmayı hedefliyor.”

Bilhassa Başbakan’a fazlasıyla maruz kaldığımız bir yılın ipini çekiyoruz artık. Kendisini patrimonial bir mirasyedi zannedenlere fazlasıyla zaman tanıdığımız da hayli kesin. Söyleyecek sözü olmayan patriark patronluğa soyunduğunda neler olur, gördük, yaşadık, tükettik.

2012’de Mayaların muştuladığı kıyamete vasıl olamadık ama, hayli şarkî ve ticarî bir zihniyet altyapısının hazırladığı “Kıyamet Müsameresi” provasına tanık olmadığımız da söylenemez.

___________________________________________________________

Yılın sorusu: (Başbakan’dan sanatçılara) Sen kimsin?

Yılın cevabı: (Sanatçılardan Başbakan’a) Peki, sen kimsin?

Yılın en kem sözü: (Başbakan’dan) Her kürtaj bir Uludere.

Yılın etkinliği: 150 saat hiç durmadan süren Sanat Maratonu.

Yılın arada kalanı: Ertuğrul Günay (Kültür ve Turizm Bakanı), Kadir Topbaş (İstanbul Belediye Başkanı)

Yılın suskunu: 4.5 yıldır kapalı tutulan AKM’nin önünden geçen herkes.

Yılın ümidi: Yeni bir sinema dili kurup geliştiren genç yönetmenler.

Yılın ümitsizliği: Statükonun diliyle konuşan muhalif sanatçılar.

Yılın insanı: (Tamamen şahsi bir seçim) Canım kızım Zeynep Kuray.

Yılın kehaneti: AKP gidecek ama dertler bitmeyecek.

 

(Birgün gazetesi)