Bu yazının başlığı, arkadaşım Nejat Yavaşoğulları’nın “Red Hot Chili Peppers” misali tuhaf ve çekici isimli grubuna gönderme diye de düşünülebilir.
Birçok zaman önce Nejat’ın bir şarkısından mülhem “Acil Demokrasi Acil Ahlâk” başlıklı bir yazı karalamış, yetinmeyip “Türkiye Hâlâ Mümkün” önisimli kitabıma da almıştım o yazıyı.
O yazıcağızı karaladığım ve Yayın Kurulu’nda da yer aldığım müthiş derginin, Demokrat’ın serüveni, Türkiye sosyalist hareketinin sergüzeştini özetlemek için kullanılabilecek sayısız laboratuvar arasında yer alır.
Cumhuriyet hükümetlerinin “kımıl” ve “süne” zararlılarıyla giriştiği büyük tarım mücadelesini süzebilseydik eğer, bizim de hatırâlarımızın ötesinde,geçmişten gelen bir birikimimiz olurdu, ayrı mes’ele.
Ne vakit “çatışmalı bölge”lere dönüp baksam karşıma dikilen –başlıktaki-“ama” bağlacı, giderek, insanın yabanıl doğa ve steril kültür karşısındaki aczini örtbas etmek için kullandığı bir “hafifletici sebep” olarak gözüktü gönül gözüme.
“Ama”, iki durum arasındaki çelişkiyi, tutarsızlığı gidermeye yarıyor, ikna olursanız bu bir.
Bir tür “insansızlık”ı, fazla yakınlıktan mülhem samimiyetsizliği meşrûlaştırmaya da yarıyor “ama”.
“Am(m)a”da bir ikna etme çabası da var ki günümüzün tayyib olup hoş olmayan iktidar halleri fazlasıyla bu veriye başvuruyor–ki gına getirdik.
“Ama”, başımızın belâsıdır.
Sevgisizlikle karılmış kötülüğün çimentosu, başlıca harcıdır “ama”.
Araya “ama” bağlacı kattığınız her durum, kendinizi güvence altına aldığınızı zannettiğiniz ve mutlaka yakın birilerini zulme, zillete terk ettiğiniz bir diğer durumu anlatır.
“Ama”, inanmayacaksınız ama sizin ırkçılığınızdır, zalimliğinizdir, kötücüllüğünüzdür, en hafifinden dedikoduculuğunuzdur.
Biliyorum, ahâlinin kahir ekseriyeti kendisiyle yüzyüze gelmeye, içiçe kalmaya niyetli değil.
Böylesi, pahalıdır çünkü. Bedel ister, yürek ister, herhangi bir “ama”dan yoksun kalmayı göze almak kolay değil ne olsa…
Bakın, Radovan Karadzic, daha yeni, Uluslararası Ceza Mahkemesi’nin önüne çıktı ve meâlen “Neden bana teşekkür etmiyorsunuz?” dedi.
Haklıydı, biliyor musunuz. Bosnalı Sırp lider Karadzic, Yugoslavya’nın parçalanmasına karşı direniyordu çünkü.
Yöntemi yanlış bile değildi, Slobodan Milosevic yetersizliğinde, gaddarlığındaydı. Tito ekseninin –bence- yetersiz yurtseverleriydi onlar. Tıpkı ters kulvarda koşan Bilge Adam Aliya İzzetbegoviç gibi…
Aliya bir yurt arıyordu. Aradığı –m’alesef- Karadzic’in de yurduydu.
Onlar iyi adamlardı ama “ama”lıydılar.
Bu konuya –Yugoslavya içsavaşına- ne vakit girsem, ömür boyu yetecek laf işitiyorum.
Olsun. Ben “ama”sız biriyim. Böyle olunca, laflarda bir aralık bulup “söz”e dönüşüyor. Konuşmak mümkün oluyor.
Yugoslavya bize çok yakın, muhtelif göç hareketleriyle içimizde hatta.
Her göç hareketi bir yurtsuzlaşma olarak “disutopia” yahut “yurtsal travma”dır.
Yugoslavya bizim sayısız travmamız arasında sarışın olanı...
Yoksa aynı zaman diliminin iki Genel Prova’sının daha kısa erimli ve çok daha “kanlı” olanından, Rwanda’dan da söz edebilirdim bu “amasızlık özlemi” ruh haliyle.
Ulus-devletlerin dağıtılma, trans-nation dönemine geçme telaşı içerisindeki Şirketler Devleti Girişimi, bugün bizi de zehirleyip duran bir bağlacı önceden keşfetmişti: “Ama”!
Her parantez, içimizdeki kötülüğü kışkırtıp ayaklandırır.
Her “ama” hayattan beslenerek zenginleşmiş bir “parantez”dir.
Şimdi, bugün, Halep’te, Ankara’da bütünleşik Bakanlar Kurulu toplayan, sırf “imaj” düzeyinde “aile dostu” resmi veren iki yakın “arkadaş” imgesinin, Beşşar ile Tayyib’in hepimizi yakmaya aday kavgasında da sımsıkı bir “ama” var.
Açık ve hesapsız konuşmak gerekirse, birinin “ama”sı şaşkın, ötekininki hilekâr gözüküyor bana.
“Ama”nın en berbadı art hesaplar güdenidir.
“Ama” cinayet işleyebilir çünkü kendisi için meşruiyet arar.
“Ama” af dileyebilir, çünkü hayatta kalma içgüdüsü vardır.
En rezil “ama” ise arkadan vurmaya yeltenendir.
“Vatanım rûyi zemin / Milletim nev-i beşer” diyen bir adamdan…Fikret’ten el aldığım için herhalde, bu sefil oyunu küçümsüyorum.
Her “ama” bizi küçültüyor. İnsan olabilme arayışımızı, kâmil olma arzumuzu yer yeksân ediyor.
Her “ama” bir komşuluğu, bir arkadaşlığı, bir yârenliği öldürüyor.
Haylidir, inkârcısı olmayı marifet saydığımız Kürdün “ama”sıyla konuşmaya çalışıyoruz. Ne vakit “ateşkes” dese üzerlerine tonlarca mermiyle saldırdığımız, hâlâ Roboski’nin hilesiyle yüzleşmeye yanaşmadığımız Kürdün “ama”sıyla.
Kıbrıslı’nın “ama”sı, insani olan her şeyi bir yana koysanız da, Lefkoşa açık hava hapishanesini tanıyanların Nikos Sampson soslu “ama”sıdır.
Sivas ‘93’ün “ama”sı Aziz Nesin’di; Ali çırpınıyor Rushdie hikâyesini anlatmak için de, hâlâ bir yalanın etrafından konuşmak hoşuna gidiyor “ama”perestlerin.
Esasen bizim Cumhuriyet fazla “ama”lı…
1.Cumhuriyet’ten 2.sine geçerken (1920-1924) meşruiyet lastiği öyle çok “ama” ile yamandı ki, “ama”sızlık olsa olsa bir özlem.
1926 senesinde Paris’te bir otel odasında ölü bulunan 1. Ve 2. Meclis meb’usu Reşat Bey’in ölümünün arkasındaki sır perdesinin “ama”sı kadar özlem.
Cavit Bey’in, Maliye Nazırlığı’ndan “siyaseten katl”ine uzanan yolun herkesçe bilinip söylenmeyen “ama”sı gibi.
Dersim katliamlarının da “ama”sı var, Varlık Vergisi ceberrutluğunun da…
Öyle sindirilmiş ki bu kültürde “ama” 1915-17 Ermeni soykırımı için bile istatistikî “ama”larımız “Türküm, Doğruyum, Çalışkanım” ezberinden fışkırıyor.
“Ama” insanlığa karşı işlenen suçların iş takipçisi gazetecileri gibidir. Dinlerken ikna olur, bittiğinde asla tatmin olmazsınız.
Hal ile ahvâl arasına bir iriyarı “ama” sıkışmışsa…
Yamasız bir anayasa –toplumsal mutabakat antlaşması-,arkadan kama sokulmayan bir sıradanlık için, sosu hile ile karılmamış “ama”sız bir vicdana ihtiyacımız var.
Aslında sadece buna ihtiyacımız var.