Önay Yılmaz

05 Haziran 2010

Hasta tabiat ana için biz ne yapıyoruz?

Bu hiç kuşkusuz, dünyamızın tüm sorunlarının önüne geçen en önemli sorundur.

Bugün, medyada ve kamuoyunda tartışılması gereken konularla ilgili bir yazı yazacaktım; ancak “5 Haziran Dünya Çevre Günü” nedeniyle bunu bir sonraki yazıda ele almaya karar verdim.
O nedenle özür dilerim.
Gazetelerde şöyle bir haber vardı bir iki gün önce:
“ABD Başkanı Barack Obama Meksika Körfezi’ndeki petrol kirliliği nedeniyle yurt içi ve yurt dışına yapacağı gezileri iptal etti.”
Bu haber beni ister istemez düşündürdü.
Artık dünya şunun farkına vardı:
“Evet, dünyada birçok sorun var; ama en önemli sorun, hepimizin yani tüm insanlığın ortak kullandığı, üzerinde yaşadığımız alan olan mavi gezegenin, bir başka deyişle tabiat ananın sağlığını giderek kaybetmesi.”
Bu hiç kuşkusuz, dünyamızın tüm sorunlarının önüne geçen en önemli sorundur. Çünkü zaman daralıyor ve kısa sürede bu hastalığın tedavisi yapılmazsa iş işten geçmiş olacak.
Ama bizim medyamızda, televizyon ekranlarımızda bu konuda ciddi bir tartışma, bunun ciddiyetini anlatan bir program var mı?
Benim izleyebildiğim kadarıyla ne yazık ki yok.
Hepimiz günlük kaygıların, sorunların içinde yuvarlanıp gidiyoruz. Oysa dünya elden gidiyor. Belki de yok oluyor.
1) Bu duruma seyirci mi kalmalıyız? Buna da kader deyip geçmeli miyiz?
2) Yoksa bu konuda ciddi araştırmalar yapmalı, çözümler üretmeli, önlemler mi almalıyız?
Tabii ki akıl sağlığı yerinde olanlar ikincisini tercih edeceklerdir.
37 yıldır kutlanan 5 Haziran Dünya Çevre Günü’nün bu yılki konusu “Biyolojik çeşitliliğin korunması”
Dünya üzerinde yaklaşık 100 milyon tür yaşıyor. Dünya üzerindeki türlerin yok olmasının en büyük nedeni hiç kuşkusuz biziz, yani biz insanlar. Doğal kaynakların sürekli olarak tüketilmesi, sulak alanların yarısından fazlasının kurutulmuş, doğal balık stokunun dörtte birinin tüketilmiş olması, iklim değişikliğine neden olan faaliyetler gibi birçok etki nedeniyle dünyamız bir felakete sürükleniyor.
Bu felaketten hepimiz sorumluyuz. Eğer bunun önüne geçeceksek, birimiz değil hepimiz aynı duyarlılığı göstermeliyiz. Zincirin bir halkası kırılırsa – yani bir toplum duyarlı olup da diğeri duyarsız olursa – tüm denge altüst olabilir. O kadar hassas bir dengede bulunuyoruz.
Şu anda dünyadaki 17 bin 291 türün nesli tükenme tehlikesi altında bulunuyor.
Oysa dünya, insan dahil tüm türler için yeterli. Daha fazlasını istememize, kendi gelişimimizi sağlamak için doğadan vazgeçmemize gerek yok! Biyolojik çeşitliliğin korunması tüm türlerin yaşamasına imkan sağlayacaktır.
Birlikte yaşabilmemiz için acil olarak yapılması gerekenleri kabaca sıralayalım:
- Bireysel olarak doğaya daha saygılı davranmayı önemsemeliyiz.
- Ülkeler, doğanın korunması için acil eylem planları hazırlamalı ve yeşil ekonomiye geçiş yapmalıyız.
- Acil korunması gereken türler ve alanlar için planlar ve yasal düzenlemeler yapmalı ve derhal bunları hayata geçirilmeliyiz.
- Çevreci sivil toplum kuruluşlarına destek olmalı ve düşüncelerini dikkate almalıyız.
***
Peki, bizim mangalda kül bırakmayan siyasetçilerimiz, bizi yönetenler bu konuya ne kadar duyarlı?
Siz hiç bizim siyaset adamlarımızdan bu konuya dikkat çeken, bu konuda ciddi önlemler alınması öneren, toplumu bu konuda duyarlı olmaya çağıran, ya da bırakın bunları bu konuyla ilgili mesaj veren bir demeç, bir açıklama duydunuz mu, şimdiye kadar?
Benim izleyebildiğim kadarıyla, ne yazık ki yine yok.
Çünkü biz yerel sorunlarla uğraşmaktan, böylesi önemsiz (!) konulara zaman ayırmayı herhalde kendimize pek yakıştıramıyoruz.
Bunlara hafif konular gözüyle bakıyoruz. Çünkü dünyanın bir gün yok olabileceğini aklımıza pek getiremiyoruz. Çünkü genetik kodlarımız böyle bir tehdidi algılamaya pek açık değil.
Eğer algılayabiliyor olsaydık, aşağıda sıralayacağım ve altına imza attığımız uluslar arası sözleşmelere de böylesine kayıtsız kalmazdık.
Bakın ne söz vermişiz ve ne kadarını tutabilmişiz.
Türkiye Bilimler Akademisi'ne (TÜBA) bağlı Çevre Komitesi tarafından hazırlanan "Türkiye'nin Çevre Konusunda Verdiği Sözler" başlıklı rapora bir göz atalım.
Prof. Dr. İlhan Tekeli başkanlığında TÜBA Çevre Çalışma Grubu üyeleri tarafından yapılan araştırmada, Türkiye'nin de imza attığı 11 uluslararası çevre sözleşmesi incelenmiş. Türkiye'nin imza attığı bu sözleşmelere "ne kadar sadık kaldığı" sorularına yanıt aranmış.
İşte sonuçlar:
“- Doğal Varlıkların Korunması: Türkiye, RAMSAR (Özellikle Su Kuşları Yaşama Ortamı Olarak Uluslararası Öneme Sahip Sulak Alanlar Hakkında Sözleşme), Biyolojik Çeşitlilik Sözleşmesi ve CITES (Nesli Tehlikede Olan Yabani Hayvan ve Bitki Türlerinin Uluslararası Ticaretine İlişkin Sözleşme) gibi 3 uluslararası sözleşmeye imza attı. Türkiye, biyolojik çeşitlilik korunması konusundaki anlaşmalara taraf olmada ve üyesi olduğu uluslararası kuruluşlar bünyesinde sürdürülen çalışmaları izlemede ve katılmada oldukça duyarlı. Ancak çoğu kez bu alanların yönetiminden sorumlu olanların, ulusal statüleri bilmelerine karşın, sorumlu oldukları alanların uluslararası koruma statüleri hakkında herhangi bir bilgiye sahip olmadıkları görüldü. Temel eksikliklerden birisi de insan kaynakları konusunda görülmekte. Yasal düzenlemelerin çoğu eksik. Bütçe tahsisleri kısıtlı. Sorumluluklar birbirine karışmakta.
- Çölleşme ile Mücadele: Bu konuda bir uluslararası sözleşmeye (Özellikle Afrika'da Ciddi Kuraklık ve/veya Çölleşmeye Maruz Ülkelerde Çölleşmeyle Mücadele İçin Birleşmiş Milletler Sözleşmesi) imza attık. Türkiye'de çölleşme ile mücadele salt erozyon kontrolü ve ağaçlandırma olarak algılanmaktadır. Oysa sözleşmede de öngörüldüğü gibi, çölleşmenin önlenebilmesi için bu olguya yol açan nedenlerin bütünleşik havza yönetim planları uygulayarak tümüyle ortadan kaldırılması gerekmektedir.
- Hava Kirliliği: Bu konuda bir uluslararası sözleşmeye (Uzun Menzilli Sınırlarötesi Hava Kirliliği) imza atılmıştır. Çernobil kazası sonucu atmosferik yollarla yayılan radyasyon kirlenmesi örneğinde olduğu gibi, Türkiye'de henüz kirlenme ölçümlerinin düzenli biçimde gerçekleştirileceği ulusal bir izleme sistemi oluşturulamamıştır.
- Ozon Tabakası: Bu konuda da uluslararası bir sözleşmeye (Ozon Tabakasının Korunmasına Dair Viyana Sözleşmesi) imza atılmıştır. Türkiye'de özel sektörle kamu yönetiminin ozon tabakasına zarar veren gazların bertarafında başarılıdır. Ancak Türk Silahlı Kuvvetleri'nin genel olarak çevre mevzuatı gereği, özel olarak ise ozon tabakasıyla ilgili yükümlülükleri yerine getirmek için ne tür etkinlikler gerçekleştirildiğine ilişkin bilgilere ulaşılamamıştır. Bunun temel nedeni ise, belgelerin sivillerin de yararlanabileceği biçimde kullanımının mümkün olmamasıdır.
- Karadeniz: Bu konuda uluslararası bir sözleşmeye (Karadeniz'in Kirlenmeye Karşı Korunması Bükreş Sözleşmesi) imza atılmıştır. Türkiye'nin uluslararası alandaki öncü rolünü ulusal uygulamalara yansıtmada aynı başarıyı gösterdiğini söylemek mümkün değil. Türkiye'nin Karadeniz kıyı bölgesinde çevresel açıdan öncelikli önlem alınmasını gerektiren kirletici kaynakları; Samsun Karadeniz Bakır İşletmeleri, TÜGSAŞ Samsun Gübre Sanayi, Murgul Bakır İşletmeleri, Samsun, Zonguldak, Giresun, Ordu, Bafra ve Trabzon evsel sıvı atıkları, Kızılırmak, Yeşilırmak ve Sakarya nehirleri olarak sıralanmaktadır.
Karadeniz Ulusal Stratejik Eylem Planı'na göre, İstanbul kentsel atık sularının İstanbul Boğazı yoluyla Karadeniz'e taşınması bu denizi tehdit etmeye devam etmektedir. Rapora göre, İstanbul metropolünün 2010'da 3.1 milyon atık su deşarjı edeceği tahmin edilmekte olup, 2040'ta 5.1 milyon olacak. Çeşitli kaynaklarda bu deşarjın yüzde 92'sinin Karadeniz'e ulaşacağı, ancak küçük bir kısmının ise üst akıntılara karışarak Marmara Denizi'ne geri döneceği bildirilmekte. Yenikapı, Baltalimanı ve Kadıköy deşarjları Boğaz'ın alt akıntısına yapılmakta ve böylece Karadeniz'e yollanmakta. Bu deşarjlar vasıtasıyla 2010'da günde 1.3 milyon atık su ile 385 ton azot ve 63 ton fosfor Karadeniz'e taşınacak. Bu da Türkiye'nin bir yandan ulusal çevre mevzuatlarının gerekleriyle çelişen ve hatta kendi halkının anayasal güvenceye alınmış olan çevre hakkını ihlal ederken, bir yandan da uluslararası yükümlülüklerini yerine getirmeyen bir devlet konumuna düşmesine yol açan örneklerden birisini oluşturmaktadır.
- Akdeniz: Bu konuda bir uluslararası sözleşmeye (Akdeniz'in Deniz Ortamı ve Kıyı Bölgelerinin Korunması Sözleşmesi) imza atıldı. Akdeniz'in korunması çalışmalarına başlangıcından bu yana etkin biçimde katılmakta olan Türkiye'nin, bu amaçla Akdeniz'de tehlikeli atıkların sınırlarötesi taşınımı ve bertarafından kaynaklanan kirlenmenin önlenmesi için bir protokol hazırlanmasında da öncü ülkeler arasında yer aldığı ve bu tüzel düzenlemenin gerçekleştirilebilmesi için mali destek sağladığı bilinmektedir. Nitekim, adı geçen protokol, Türkiye'nin ev sahipliğinde 1996'da, İzmir'de imzaya açılmış olması nedeniyle 'İzmir Protokolü' olarak anılmaktadır. Ancak, protokolün onaylanması ve yürürlüğe girmesinin sağlanması konularında Türkiye'nin aynı tutumu sürdürdüğü söylenemez.
- Tehlikeli Atıklar: Bu konuda da bir uluslararası sözleşmeye (Tehlikeli Atıkların Sınırlarötesi Taşınımının ve Bertarafının Kontrolüne İlişkin Basel Sözleşmesi) imza attık. Tehlikeli atıklar ticaretinden ve özellikle de bu konudaki yasadışı uygulamalardan en fazla etkilenen bölge ülkesi olmasına rağmen, Türkiye bu protokolü ancak 2004'te onaylamıştır. Türkiye, protokolün bölge ölçeğinde onay sayısının tamamlanarak yürürlüğe girmesini sağlayabilecek diplomatik girişimlerini ise sürdürmemiştir. Bu onaylama sürecinin halen tamamlanmamış olmasının nedenlerinin başında kurumsal yapılanmadan kaynaklanan sorunların geldiği söylenebilir.
Her 4 insanımızdan biri su ve atık hizmetlerinden yoksun. Ülkemiz insanının ancak yüzde 30'una arıtılmış su hizmeti sunabilirken, ancak yüzde 17'sinin atık suları uygun şekilde arıtılabilmektedir. Diğer bir deyişle her 10 insanımızdan 7'si sağlıklı içme suyundan yoksun bulunmakta, 8'inin ise atık suları arıtılamamaktadır. Toplam 36 organize sanayi bölgesinden ancak 5'inde (yüzde 14) endüstriyel atık arıtma tesisi mevcuttur. Turizm sektöründe 4 bin 459 turistik tesisten yalnızca 848'i (yüzde 19) atık su arıtma tesisine sahiptir.
- Deniz Kirliliği (Gemilerle): Bu konuda bir uluslararası sözleşmeye (Denizlerin Gemiler Tarafından Kirletilmesinin Önlenmesine Ait Uluslararası Sözleşme - MARPOL) imza atıldı. Acil müdahale planlarını hazırlama konusunda ne kendi ulusal çıkarlarının, ne de uluslararası yükümlülüklerinin gereklerini yerine getirememiş bir ülke olması, Türkiye'nin boğazların çevresel güvenliğini sağlama amaçlı politikalarının inandırıcılığına da gölge düşürmektedir. Gemi kazalarının yol açtığı çevresel tahribat, deniz çevresi, balıkçılık dahil canlı deniz kaynakları, tarihi ve kültürel mirasın yanı sıra, doğrudan insan yaşamını tehdit eder niteliktedir. Bu da hiçbir uluslararası yükümlüğü olmasa bile, Türkiye'nin bu konuda gerekli önlemleri almasını zorunlu kılmaktadır. Sadece bu planların hazırlanmamış olması bile Türkiye'nin denizlerine sırtını dönmüş bir ülke olarak nitelendirilmesini haklı çıkartmaya yetmektedir.
- İklim: Bu konuda bir uluslararası sözleşmeye (İklim Değişikliği Çerçeve Sözleşmesi) imza atıldı. Türkiye'nin sözleşme uyarınca üstlendiği yükümlülükleri yerine getirmesi için, sekretaryaya düzenli olarak bildirimde bulunmasına ve bu gazların salımlarının kontrolünü sağlayacak önlemler geliştirmesine olanak verecek mali, kurumsal, teknik ve bilimsel altyapıyı nasıl oluşturacağı ayrı bir çalışma konusudur.”
Fazla söze gerek yok.
Bu araştırma gösteriyor ki; altına imza attığımız uluslar arası sözleşmelere önem vermiyoruz. Kısaca sözümüzde pek durmamışız.
Şimdi sormak lazım:
“Buna kader diyebilir miyiz?”