Uzun süredir Washington’da yaşayan bir akademisyen olarak yazılarımda Türkiye’nin iç siyasetinden çok dünya ile ilişkilerine odaklanıyorum. Fakat son yıllarda Türkiye öylesine derin bir içe kapanma, toplumsal kutuplaşma ve siyasi otoriterlik sürecine girdi ki, artık dış politika yazmanın anlamı kalmadı. Sistem tek adam rejimine dönüştükçe Türkiye üzerine yazı yazmak “Erdoğanoloji” ihtisası gerektiren bir uğraşa döndü.
Bu depresif süreç içinde Türkiye’nin toplumsal tabanında hep var olan milliyetçi, devletçi, güce tapan, pederşahi siyasi kültür perçinlendi. Bu sosyal taban siyasetin tepesinden gelen totaliter, faşizan söylemle bütünleşti. Aynı süreç içinde komplocu mantık ve de özellikle de ABD’ye karşı oluşan öfke Türkiye tarihinin en yüksek noktasına ulaştı. Durum böyle olunca Türkiye’nin dış politika konuları da – ABD ile ilişkiler, AB stratejisi, bölgesel dinamikler – somut verilerden çok ‘’yerli ve milli’’ tepkilere endekslendi.
Bu arada beklenmedik bir şey oldu. Türkiye’deki bu karanlık süreç önce Brexit sonra Trump’ın iktidara gelmesiyle küresel popülizm ile buluştu. Türkiye’de gidişat kötüyken dünyanın da tozpembe olmadığı ortaya çıktı. Otoriter, milliyetçi, anti-liberal, popülist siyasi söylemler, Rusya, Çin, Hindistan, Filipinler, ABD, Avrupa, Latin Amerika genelinde yükselişe geçti.
Bu küresel dinamikler dünyadan tam da kopmadığımız yönünde biraz olsun bizi avutuyor olabilir… Ama gene de Batı Avrupa ve ABD’nin ciddi savunma mekanizmalari var. Bu popülist milliyetçi dalgayı faşizme kaymadan geçiştirecek güçlü liberal ve demokratik kurumlara sahipler. Batı dışındaki siyasi sistemler ise o kurumsal olgunluk ve demokratik gelenekten henüz uzaklar.
İşin acı tarafı Türkiye bu süreç içinde ender olarak haklı olduğu dış politika meselelerinde bile içerdeki otoriter gidişat nedeniyle inandırıcılık kaybına uğradı. Mesela Mısır’da Müslüman Kardeşlere askeri darbeyi protesto konusunda yerden göğe haklı olan Ankara, demokrasi savunuculuğu yapmaya kalktığında kendi otoriter gidişatı nedeniyle inandırıcı olamadı. Keza Almanya ve Hollanda’ya ‘’Bunlar Nazi kalıntısı, bunlar Faşist ‘’ diyerek çatan bir Türkiye’de on binlerce kişinin hapishanelerde çürüyor olması, barış için imza toplayan akademisyenlerin işten çıkarılması, medyanın devlet tarafından kontrol edilen Goebbelsvari bir propaganda makinasına dönüşmesi nedense bir tek Erdoğan’ın gözünden kaçan bir ironi. Sonuç olarak Batı’nın Mısır gibi çifte standartları veya Batı’da artan İslam fobisi gibi konularda Türkiye haklı olsa bile, Erdoğan kendi sicili nedeniyle ciddiye alınmıyor. Hep mağdur, hep asabi ve hep haklı olduğunu düşünen trajikomik bir siyasi aktör konumunda kalıyor.
Sormadan edemiyor insan. Nasıl buraya geldik? 2005’te Avrupa Birliği ile tam üyelik müzakerelerine başlayan, 2011’de Arap devrimlerine demokratik ilham veren, daha üç yıl öncesine kadar PKK ile barış süreci yürüten bir Türkiye nasıl oldu da bu kadar hızlı bir şekilde içe kapandı, ekonomik olarak zayıfladı ve cumhuriyet tarihinin en otoriter dönemlerinden birini yaşar hale geldi? Erdoğan ve AKP için cevap çok kolay. Suç Türkiye’nin ‘’şahlanmasını’’ istemeyen Batı ve Batı’nın içerdeki taşeronlarında. Evet, iktidar sorumluluğu üstünden atıp kötü gidişatı kolaycı ve komplocu bir şekilde “üst akıl” denen dış mihraka bağladı. Türk iç politikası ve AKP’nin bütün siyasi söylemi 2013 Gezi olaylarından bu yana, bu milliyetçi, Batı-düşmanı mağduriyetle yoğruldu. Milliyetçi siyasi kültürümüz de bu üst akıl tutulmasına gene büyük katkı sağladı. ‘’Batı bizim başarımızı çekemez, ne zaman güçlensek bizi zayıflatmaya çalışırlar’’ söylemi Türk eğitim sisteminin genetik kodlarından atılması çok zor bir tarih anlatımı.
Aslında bütün bunlarda şaşırtıcı pek bir şey yok. İçerde işler kötü gitmeye başlayınca dışarıyı suçlamak siyasette sık başvurulan bir yöntem. Ama bu dış mihraklar söylemi Türkiye’de bu kadar geniş toplumsal karşılık bulup, özellikle de Amerika konusunda haklı bir tepkiye sebep oluyorsa, bunun iki anlaşılır nedeni var. Birincisi Fethullah Gülen’ın ABD’de yaşıyor olması, ikinci nedense ABD’nin Suriye’de IŞİD’e karşı PKK ile askeri işbirliği. Durum böyle olunca Türkiye’de ABD = FETÖ + PKK denklemi bütün zihinlere kazındı. Yani FETÖ ve PKK’ya karşı verilen ‘’Kurtuluş savaşında’’ ABD namlunun ucuna geldi ve buradan ilginç bir AKP, MHP, Avrasyacı ve ulusalcı koalisyonu türedi. Tek adam yapısının arkasında sıralanan bu koalisyon şu anda İslamcılık akımından çok daha güçlü bir şekilde iktidarda.
Peki Türkiye’deki bu iç siyasi dinamikler Washington’dan nasıl görülüyor? Kısa cevap amatörce bir şaşkınlık ve endişe içinde. Türkiye’yi okumakta zorlanan Washington, kanımca özellikle AKP-Cemaat kavgasını yeterince ciddiye almadı. Obama yönetiminde Türkiye dosyasına bakan, karar verici konumdaki birçok yetkili bu iki eski ortak arasındaki iktidar kavgasının nedenlerini, kavganın nerelere uzanabileceğini anlayamadı ve kestiremedi. 15 Temmuz 2016 darbe girişimiyle Türkiye’nin kurumsal çivilerinin utanç verici bir sökülmüşlük içine girmesi de bu nedenle Beyaz Saray’da ciddi bir şaşkınlık yarattı. Burada ‘’hadi canım’’ demek ve komplo aramak yerine basit bir mantık yürütmek gerekiyor. ABD’nin gözündeki ‘’İslam ve Laiklik’’ kavgası üzerine kurulu Türkiye ezberi, hele söz konusu TSK ve darbe olunca öyle hemen bozulması kolay bir şablon değildi. 15 Temmuz’un bir ‘’FETÖ’’ darbesi olabileceği, hele de söz konusu kurum laik yapısı ve emir-komuta zincirinin sağlamlığı ile bilinen TSK olunca gerçekçi bulunmadı. Yani Washington klasik anlamda bir Kemalist darbe yaşanıyor zannetti ve o kaos içinde ne olup bittiğini tam olarak anlamadan net bir siyasi pozisyon almak istemedi.
Nasıl olur, ABD anında her şeyden haberdardır, bütün darbelerin arkasında CIA vardır diye ısrar ediyorsanız, ya Washington’u gözünüzde fazla büyütüyorsunuz, ya da halen Soğuk Savaş döneminde kaldınız demektir. Bu arada ABD’nin dış politika önceliklerine baktığınız zaman Türkiye’nin dünyanın merkezindeki en önemli ve en sorunlu ülke olmadığını da memnuniyetle teslim etmek gerek. Çok daha aciliyet teşkil eden Kuzey Kore, İran, Suriye, Irak, Afganistan, Suudi Arabistan, Pakistan, Çin gibi dev sorunlar dururken kimse Washington’da Türkiye’yi zayıflatma ve Erdoğan’ı devirmek gibi garip stratejik hedeflere odaklanmış değil. Türkiye’de olup biten her şeyden ABD sorumlu olmak zorunda değil. Bütün bu nedenlerle, her ne kadar Türkiye kamuoyu açısından pek inandırıcı bulunmasa da 15 Temmuz ‘’garip bir darbe girişimi’’ olarak Washington’da ciddi bir kafa karışıklığı ve şüphe yarattı. Zaten kasalarca dosya ve kanıta rağmen Fetullah Gülen’in iade edilmiyor oluşu da bunu kanıtlıyor.
Farkındayım. Komplo teorilerini çürütmek imkânsızdır. Nihayetinde, bugün FETÖ haline gelen dünkü ortak devlet içindeki gizli yapılanmasının ve de en önemlisi hareketin liderinin Amerika’da yaşıyor olmasının bedelini ödemeye devam edecek. Türkiye’yi ve Ankara-Washington ilişkilerini zıvanadan çıkaran bu FETÖ sürecine ek olarak Trump yönetimi AKP’nin bütün beklentilerini boşa çıkararak, hem Fethullah Gülen’i iade etmeyip, hem de Suriye’de YPG’yi Pentagon üzerinden silahlandırmaya başlayınca günümüzdeki kriz ortamına geldik. Şimdi bütün bunlara bir de Rusya ile S-400’ler, Amerikalı rahip, ve Zarrab üzerinden giden Halkbank davası da eklenince durum ortada. Artık Washington’da ciddi ciddi uzun dönemde Türkiye NATO’da kalabilir mi, Kongre ekonomik ve siyasi yaptırımlar getirirse, Türkiye ne tepki verir tartışmaları yapılıyor.
Bu arada Washington’un da olağanüstü bir dönemden geçiyor olduğunu gözden kaçırmamak gerek. Trump yönetimi tipik bir Beyaz Saray ve Washington şablonunun çok dışında hareket eden bir serseri mayın adeta. Kimin hangi telden çaldığı belli değil. Pentagon, Dışişleri, Trump, Kongre, Yargı sistemi birbirine zıt çalışıyor ve kimse kimseye güvenmiyor. Bütün bu kargaşa içinde Erdoğan ile kavga etmek istemeyen bir Trump, ama şimdi de Erdoğan’dan nefret eden bir Dışişleri Bakanı (Mike Pompeo) ve Ulusal Güvenlik Danışmanı (John Bolton) artık görev başında. Türkiye-ABD ilişkileri işte bu kaotik ortamda bir bilinmeze doğru yol alıyor.