Türkiye tarihi bir seçimi geride bıraktı. Ortaya çıkan manzara bir kez daha mevcut siyasi ve toplumsal kutuplaşmayı tescil etti. Türkiye'de değişim isteyen ciddi bir kesim var. Seçmenlerin yarısını oluşturan bu kesim geleceğe gittikçe büyüyen bir kötümserlikle bakıyor. Toplumun diğer yarısıysa gidişattan memnun. AKP ve Erdoğan'a alternatif arayışları yok. Ama toplumsal kutuplaşmayı körükleyen bu siyasi bölünmüşlük değil. Demokrasilerde farklı siyasi tercihler kendi başına toplumsal kutuplaşma yaratmaz. Mesela Amerika'da toplumun yarısının Demokratları diğer yarısının da Cumhuriyetçileri tercih ediyor olması son derece doğal bir durum. Yani sorun siyasi tercihler değil. Türkiye'de kutuplaşma yaratan asıl mesele siyaset ve medyanın seviyesizliği.
Türk siyaseti ve medyası kurumsal bir çöküş içinde. Temel asgari standartlar ve kurallardan yoksun bir siyaset ve medya arenası var ülkemizde. Haber alma ve ifade özgürlüklerini daraltan bir siyaset ve iktidar anlayışı ''objektif'' bilgiye ulaşımı neredeyse imkansız hale getirmiş durumda. Bağımsız gazeteceliğe izin vermeyen iki temel sorun var: devlet ihalesi peşinde koşan medya patronları ve yasakçı siyasi kültür ve iktidar. Siyaset, medya ve devletçi kapitalizm arasındaki bu çarpık ilişki toplumsal kırılmayı olması gerekenden çok daha derin hale getiriyor. Sonuçta olan topluma oluyor. Objektif ve bağımsız herhangi bir kaynaktan haber ve bilgi alamayan bir Türkiye'de herkes kendi içine kapanarak kendi cemaatinin önyargılı bilgi, haber ve yorum kaynaklarına dönüyor. Zaten zayıf olan ortak paydalar ve vatandaşlık bilinci iyice azalıyor. Bitmek bilmeyen bir tehdit algılaması üzerine kurulu, sürekli yokedilme korkusu yaşayan bir dünya görüşü oluşuyor.
Bütün bu nedenlerle Türkiye' deki toplumsal kutuplaşma tabandan gelen bir öfkenin siyasete ve medyaya yansımasıdan çok, siyasetin ve medyanın toplumu germesinin bir doğal sonucu. Toplum, siyaset ve medyaya hakim olan nefret söyleminden etkilenerek bölünüyor. Bunun en bariz örneklerinden biri geçtiğimiz günlerde Türkiye'de objektif gazetecilik yapan ender isimlerden Amberin Zaman'ın, bizzat başbakan tarafından meydanlarda hedef gösterilmesiyle yaşandı. Bu olay Türkiye'de Batı standartlarında iş yapan bir gazeteciyi hedef göstermenin ve onun can güvenliğini tehlikeye atmanın ne kadar kolay olduğunu bir kez daha açıkca sergiledi. Hangi demokrasi, ahlak, hukuk, özgürlük ve dindarlık anlayışı böyle bir siyaseti kaldırır ? Böylesine ötekileştirici ve nefret dolu bir siyasi söylemin devletin tepesinden geldiği bir ülkede toplumsal kutuplaşma olması doğal değil mi ?
Medya ve siyasetin içine düştüğü acınacak durumu gösteren başka bir örnek sansür meselesi. Öyle bir ülke düşünün ki 49 vatandaşı Irak'ta Musul Başkonlosluğunda rehin alınıyor. Kısa bir süre sonra devlet bu krizi unutturmak için konuyla ilgili haber sansürü getiriyor. Bugün geldiğimiz noktada iki ayı aşan bir süredir, başkonsolos dahil, onlarca Türk diplomatı ve Türk vatandaşı IŞİD'in elinde. Üstelik bu yetmezmiş gibi IŞİD'in kuzey Suriye'de güçlenmesine Türkiye'nin göz yumduğunu bütün dünya basını konuşuyor. Ama bu konuda haber ve yorum yapanlar Erdoğan tarafından vatan haini ilan ediliyor. En son geçen hafta Washington Post gazetesinde Türkiye'nin IŞİD politikasını ele alan son derece kapsamlı, eleştirel ve de objektif bir yazının Türk basınında yankı yaratmamış olması ülkemizde gazeteciliğin hangi seviyeye düştüğünü gösteriyor. Sonuç nedir? Sansür nedeniyle rehine krizi seçim döneminde bir kere bile ciddi şekilde gündeme girmedi. Yani sansür amacına ulaştı. Peki ya rehineler ? Onlar halen IŞİD'in elinde ve ne durumda oldukları meçhul.
Şimdi soralım: hangi Batılı demokraside, hangi özgür medya olan ülkede bu yasağa göz yumulurdu? İran İslam devrimi sonrasında 1979 yılında Tahran'da rehine alınan Amerikalı diplomatları hatırlayın. Bir yılı aşan bir dönem boyunca bu kriz, her dakika, gece gündüz Amerikan medyasının temel önceliği haline gelmişti. Basının bu ilgisi Carter yönetimini halkın gözünde aciz ve basiretsiz duruma düşürmüş ve konuyu her an canlı tutmuştu. Carter'ın basın tarafından rezil edilmesi Reagan'ın 1980 seçimlerini kazanmasında önemli bir rol oynamıştı. Ama nedense Carter'ın aklına ulusal güvenlik bahanesiyle basına sansür uygulamak gelmemişti. Peki Türkiye'de bu rehine krizini iyi yönetemediği için birileri bedel ödemek zorunda kalır mı? Bedel değil ama mükafatlandırma söz konusu olabilir. Herhalde rehine krizini ve ülkenin dış politikasını çok iyi yönettiği için Dışışleri Bakanı Davutoğlu'nun adı bugünlerde başbakanlık için en güçlü aday olarak geçiyor.
Böyle bir ülkede kutuplaşmanın olmasına şaşmamak gerekiyor. Kurumların ve hukukun işlemediği, meritokrasi yerine kleptokrasi, demokrasi yerine demagojinin hakim olduğu bir düzen var karşımızda. Evet, darbeler dönemi kapandı ama askeri vesayetin yerine ifade ve basın özgürlüğünü sınırlayan sivil bir otokrasi geldi. Washington'dan bakınca bu otoriterleşme hali Türkiye'nin yeni imajını temsil ediyor. Sadece senatör John McCain gibi Cumhuriyetçiler değil, Demokrat partiye yakın Ferid Zekeriya gibi zamanında AKP ve Erdoğan'a büyük destek veren isimler bile artık Erdoğan'ın Putinleştiğini ifade ediyorlar. İşin tuhaf tarafı şu: 12 yıldır iktidarda olan Erdoğan, demokratik değişim isteyenleri statükocu olmakla suçluyor. 12 yıldır iktidarda olmasına rağmen halen kendini statüko ile özdeşleştirmeyen ve mağduriyet edebiyatı yapan bir iktidar var karşımızda. AKP'nin çok sevdiği ''Yeni Türkiye'' kavramının arkasında bu otoriter zihinsel kalıp yatıyor. ''Biz toplumuz, biz milli iradeyiz, biz halkız'' diyen bu zihinsel kalıp vülger bir popülizmi faşizan bir söylemle birleştirmiş durumda. Erdoğan'ın toplumu kutuplaştırma stratejisi bugüne kadar başarılı oldu. Bağımsız bir medya gelişmedikçe de bu kutuplaştırma stratejisi başarıyla devam edecek gibi gözüküyor.