Anadolu’nun küçük şehirlerinin, kasabalarının çarşılarında, kuruluşu ben diyeyim kırk, siz deyin elli yıla, hatta bazen çok daha evveline uzanan esnaf lokantaları vardır. Çarşıda kime sorsan gösterilirler. Bu dükkânlarda masalar arasında gezinen genç garsonlar hariç personelin çoğu da ak saçlıdır. Yemeklerin sergilendiği ve müşterilerce seçilip servis edildiği büfe kısmında, omuzlarında her daim beyaz bir havlu asılı olan ak saçlı ihtiyar delikanlılar çalışır. Kasada da yine saçları ağarmış ihtiyar patronlar oturur. Bu çekirdek personelin çoğu, dükkâna henüz on dört, on beş yaşlarındayken girmişler, komilikten başlayıp aşçılığa, şefliğe kadar yükselmişler, kırk beş, elli sene aynı dükkânda bir ömür geçirmişlerdir. Sanki bir şey onları eğlemiş, hoş tutmuş, zamanı unutturmuştur. Buralarda zaman, tavuk suyu çorba, pilav kokularının arasına karışan eski türkülerle, artık başka yerlerde pek işitilmez olan Türk Sanat Müziği’nin en klasik eserleriyle, saz semaileriyle, taksimlerle geçer.
“Gidiyorum işte gör, Hayalde gör düşte gör, Gıymatımı bilmedin oy oy, Bir kötüye düş de gör, Nenni de Feridem nenni” Mesela Ürgüp yöresine ait bu muhteşem türkü, tam esnaf lokantalarında dinlenesidir. Ağır aksak ritmiyle, içindeki kaşık şıkırdatmalarıyla, mekândakiçatal kaşık seslerinin içine bir güzel karışır, dinlenmez de sanki adeta yenilir yutulur. Hatta ‘Dadından yinmez.’ Gerçi bu sıcak türkü, Anadolu insanının kıymetini bilmeyen aşığına hafif yollu bir bedduası olsa da orası derin konu şimdilik oralara girmeyelim. Ardından başlayıveren mesela bir “Meşeler Gövermiş”, ‘boş ver sen dünyayı, yemene, karnını doyurmana bak’ efektiyle yemeğe bir tutam huzur katar. Kuru pilavı kaşıklarken ortama kızartma kokusu gibi ağır ağır yayılan “Cevizin Yaprağı Dal Arasında”, “Feracemi Al İsterim”, “Vardım Baktım Demir Kapı Sürgülü”, “Yenice Yolları”, “Yüce Dağ Başında Yağan Kar idim” ya da şöyle biraz hareketlenelim dersek “Arpa Buğday Daneler”, “Kalenin Bedenleri”, “İbrişim Örmüyorlar” ve elbette daha niceleri, ekmek gibi aş gibi karın doyuran türkülerdendir.
Bir musakka bir müsekkin, müzikli yemek terapileri
Dükkânın o eski zamanlarından kalma alışkanlıklarla bir rafın üzerine oturtulmuş radyodan ağır ağır yayılan TRT repertuarı eski eserler, nasıl geçtiği anlaşılmasın diye zamanın üzerine serilerek salonda ince ince yankılanırlar. Mekânı sakince dolduran Hicaz, Nihavend, Mahur saz semaileri, bu dükkânlarda kırk elli yıl nasıl geçmiş fark edilmesin diye çalarlar sanki. Vakti örterler. Masaların üzerindeki dilimlenmiş ekmek dolu plastik kaplar ve su dolu sürahilerin içine girip girip çıkarlar. Metabolik açlığın yemeklerle giderildiği bu lokantalarda o dingin türküler ve şarkılar da ruhları ekmek ve su gibi doyurur, beslerler. Tas kebapların suyuna ekmek banarken kulakları da eski bir Rumeli türküsü, bir uzun hava, bir Uşak Taksim besler örneğin.
Zaman geçmiştir, geçmektedir ama bu lokantaların büyülü gerçekliğinde bir köşede asılı da kalabilmekte gibidir. Tamburi Cemil Bey’in Şedaraban Saz Semaisi, Refik Talat Alpman’ın Kürdilihicazkâr Saz Semaisi, Udi Nevres Bey’in Hüzzam Saz Semaisi, ‘Kuru pilav çek’lerin, ‘Musakka ver’lerin arasında huşu içinde dinlenirler. Klasik Türk müziğinin kuvvetli nefeslere sahip bu kimi birkaç asırlık eserleri, mekânın içerisinde bir sakinleştirici, müsekkin etkisi oluşturarak masa masa dolaşırlar. Pek çoğunun tavanında vantilatörler asılı olan bu lokantalarda sakince dönen pervaneler de, sanki havayı serinletmekten çok türküleri, şarkıları mekânın en ücra köşelerine dek eşit ve adil biçimde dağıtıp ulaştırma vazifesi görürler. Bu efsanevi mekânlarda, eski türküler, şarkılar eşliğinde yemek yiyen, efsunlanmış bir halde çıkar dışarı. Dükkâna girenle çıkan, artık aynı kişi değildir. Kulağına usul usul çalınan eserlerle, bir tür dışsal terapi almış, zamanın, bir esnaf lokantasında saz eserleri maharetiyle nasıl da örtülebildiğine, durdurulabildiğine şahit olmuştur. Türküler, şarkılar ve hayatımız; hepsi birbirine dolanmış, sarmaş dolaş gidiyoruz. Bazen bir hastane odasında, bazen bir tren kompartımanında, bazen bir çınaraltı kahvesinde, bir camın önünde, bir duvarın dibinde, bir koltukta, bir masanın etrafında hepimizi nasıl da eğliyor, oyalıyorlar. Şarkılarla türkülerle, zamanı unuta unuta, yaşıyoruz işte...
Ömer Sercan kimdir? Ömer Sercan 1974'te Bursa'da doğdu. İlk ve orta öğrenimini Eskişehir ve Bursa'da tamamlayarak İstanbul Üniversitesi İktisat Fakültesi'nden mezun oldu. Öğrencilik yıllarında İstanbul Üniversitesi Fotoğrafçılık Kulübü'nde başlayan uğraşını zamanla bir mesleğe dönüştürerek ulusal gazete, dergi ve TV kanallarında muhabir/editör olarak çalıştı. Türkiye'nin önemli medya kuruluşlarında muhabirlik/editörlük, farklı içerikteki TV yayın ve yapımların program danışmanlığı, metin yazarlığı ve yayın editörlüğünü üstlendi. Çok sayıda tanıtım/ belgesel/reklam filmlerinin senaryo/metinlerini yazdı. Türkiye'yi şarkılardan dinlemeye ve yazmaya devam ediyor. |