Ömer Önhon

01 Ağustos 2024

Operasyonel becerilerine karşın İsrail su alıyor

ABD hiç ilgisi olmadığını açıkladı ama İsrail’in bu operasyonları ABD'nin bilgisi ve hatta dahli dışında yaptığını düşünmek saflık olur...

Hizbullah komutanlarından Fuad Shukr’un Hizbullah’ın kalesi olarak bilinen Beyrut’un Dahiya semtinde, Hamas Siyasi Büro Başkanı İsmail Haniye'nin de Tahran'da öldürülmeleri Orta Doğu ölçeklerinde dahi çok önemli gelişmelerdir. 

Çarşamba günü erken saatlerde Tahran'da suikasta uğrayan
Hamas Siyasi Büro Şefi İsmail Haniye

İsmail Haniye, 30 Temmuz’da, çoğu Orta Doğu bölgesinden ve çevreden ülkelerin temsilcileriyle birlikte, İran’ın yeni Cumhurbaşkanı Mesud Pezeşkiyan’ın yemin törenine katılmak üzere Tahran’daydı.

Görsel ve yazılı basında, İranlıların ve Hakan Fidan dahil birçok yabancı davetlinin Haniye’yle konuştuklarını, poz verdiklerini, zafer işaretleri yaptıklarını izledik.

Türkiye Büyük Millet Meclisi'nde konuşma yapmak için davet edelim mi etmeyelim mi, Mahmud Abbas mı İsmail Haniye mi derken, Haniye artık yok. 

Fuad Shukr da, 1983’te Beyrut’ta 241 Amerikan deniz piyadesinin ölümüne yol açan intihar saldırısındaki rolünden dolayı, ABD'nin başına 5 milyon dolar ödül koyduğu önemli bir isim. 

İsrail, “ne inkar ederim, ne teyit” (neither deny nor confirm) politikası çerçevesinde bu tür operasyonlardan sonra hep sessiz kalır. Ama herkes, yapanın İsrail olduğunu bilir. 

Gerçi bu defa, Başbakan Netanyahu, saldırıdan sonra yaptığı açıklamada,  İsrail’in İran'ın vekil güçlerine ağır bir darbe indirdiğini vurgulayarak, İsrail yaptı demeden İsrail yaptı dedi.

Operasyonların ayrıntıları hakkında netlik yok. Füze veya dron kullanıldığı söyleniyor, İran toprakları içinden icra edildiğini ileri sürenler de var. 

Bu konu özellikle İran hava savunma sistemlerinin,  ayrıca, İran’ın “Demir Kubbe"sini oluşturan Rus ve Çin yapımı silahların etkisini, yani etkisizliğini, göstermesi bakımından da önemli. 

Herhalükarda, operasyonların temelinde, hedefin nerede olduğunu bulan, vurulabileceği saati belirleyen, işaretlemeyi yapan ajanlar, yani insan unsuru bulunuyor.

Bu operasyonlar şunu da gösteriyor ki, İsrail Lübnan’a da İran’a da sızmış, eleman devşirmek, adamlarını yerleştirmek suretiyle düşman kampını eleğe döndürmüş.

ABD hiç ilgisi olmadığını açıkladı ama İsrail’in bu operasyonları ABD'nin bilgisi ve hatta dahli dışında yaptığını düşünmek saflık olur.

İsrail tek başına da imkanları çok fazla olan bir ülke ama ABD’nin desteği onu daha güçlü kılıyor, daha da şımartıp kanun tanımaz yapıyor. 

Demokrat Partili ABD Başkanı Joe Biden’ın İsrail için yaptıklarına bakınca, geleneksel olarak İsrail’e daha da yakın duran Cumhuriyetçilerin adayı olan, İsrail’le ayrıca özel ilişkileri bulunan Donald Trump’ın seçilmesi halinde neler olabileceği insanı kaygılandırıyor.

Tahran ve Beyrut’taki operasyonel “başarılar”, 7 Ekim’den sonra Netanyahu’nun aşağılarda dolaşan popülarite eğrisini yukarı çevirmiş gibi gözüküyor ama İsrail derin şekilde bölünmüş durumda ve gemi su alıyor.  

Her şeyden önce, aşırı sağcı İsrail hükûmeti, dünya tarihindeki en büyük soykırıma maruz kalan Yahudileri, Filistinlilerin soykırımcısı konumuna düşürdü.

Netanyahu hükûmetinin koruma şemsiyesi altındaki Siyonistler ve ultra ortodokslar farklı bir İsrail yaratma peşindeler. 

Bu çevrelerin hayallerindeki İsrail ve gelecek için, iki devletli çözüm diye bir şey söz konusu olmadığı gibi, Filistinlilere de yer yok. 

İsrail’deki gidişata pek çok İsrailli ve Yahudi de karşı. Bu kesimler protesto gösterileri yapıyorlar, eleştirilerini yüksek sesle dile getiriyorlar ama gidişatı değiştiremiyorlar. 

Netanyahu ve çevresi, “ülke saldırı altında” ve “her şey İsrail’in güvenliği için” sloganlarıyla, tutturdukları yolda ve kendi gündemleri doğrultusunda ilerliyorlar.

İsrail'deki çürüme

Herkes Gazze’ye, Lübnan’a, İran’a odaklanmışken, iki gün önce yaşanan inanılmaz bir olay İsrail'deki çürümeye çok somut bir örnek oluşturdu ve özellikle Netanyahu hükümetine karşı olan İsrail gazetelerinde baş haber oldu.  

Özetle; dokuz İsrailli asker, askeri bir üste bir Filistinli tutukluya işkence ve tecavüz ediyorlar. Başka İsrailli askerler olaya müdahale ediyor ve askeri inzibat işkenceci grubu gözaltına almaya geliyor.

Dokuz asker üsteki barakalarına sığınıp, kendilerini tutuklamaya gelen askeri inzibata biber gazı da sıkarak direniyorlar. 

İşkenceci asker grubu bu arada sivildeki arkadaşlarına telefonla haber verip yardım istiyor. Bu çağrıya yanıt veren, aralarında aşırı sağcı hükümetin resmi yetkililerinin de bulunduğu düzinelerce yerleşimci ve aşırı sağcı, iki askeri üssü (Sde Teiman ve Beit Lid) basıyor. Bu konuda sosyal medya ve basında yer alan görüntüler gerçekten inanılmaz.

İsrailli sivillerin bir İsrail askeri üssünü basıp bir grup işkenceci ve tecavüzcü İsrailli askeri kurtarmak için diğer İsrailli askerlerle karşı karşıya geldikleri bu olayda Başbakan Netanyahu önce “İsrailli vatanseverlere” (üssü basanlara) duygularına hakim olmaları çağrısında bulundu, gelen tepkiler üzerine de, bir sonraki gün, üssü basanları kınayan bir açıklama yaptı.

Bir toplumun ve silahlı kuvvetler gibi önde gelen devlet kurumlarının bu durumlara düşmüş olmaları tabi sadece İsrail’e mahsus değil. 

Aşırı uçların, din, mezhep ve ideolojik sadakat temelli grupların devlet kurumlarına ve dolayısıyla devlete çöktüğü her yerde aynısı ve daha fazlası yaşanabiliyor, çöküş, öyle ya da böyle, kaçınılmaz oluyor. 

Türkiye FETÖ’yle bu tehlikeyi yaşadı. Şimdi FETÖ gitti ama devlet kurumlarına başka oluşumların, tarikatların yerleştiklerini okuyoruz ve duyuyoruz. 

Suikastların ardından üç kritik soru

İran ve Lübnan’daki operasyonların sonrasında şimdi şu hususlar özellikle merak konusu:

-İran nasıl karşılık verecek?

-Olaylar yayılıp büyük bir savaşa evrilecek mi? 

-Türkiye nasıl hareket edecek, nasıl etkilenecek? 

Benzer her durumda olduğu gibi İran, zamanı ve nasıl olacağı saklı tutulmak kaydıyla, İsrail’den intikam alınacağını beyan etti.

İran’ın İsrail’le doğrudan savaşa girmesi güçlü bir olasılık değil ve daha ziyade vekillerini sahaya sürmek, bu grupları daha güçlü silahlarla donatmak gibi seçeneklere yönelecektir. Ses getirecek bazı suikast girişimleri de şaşırtıcı olmaz. 

İran melek değil ve bölgedeki karıştırıcı rolü malum. Ama özellikle İsrail ve ayrıca ABD’nin, bilinçli ve planlı bir şekilde, sorunların merkezine İran’ı koyup, kendi yaptıklarını ve Filistinlilere yapılanları arka plana, ikincil öneme itmeye yöneldikleri görülüyor.

Netanyahu’nun ABD Kongresi'nde İran’ı hedefe koyan konuşması da bu tondaydı.

İsrail Başbakanı Netanyahu, ABD Kongresi'nde

Ayrıca, ilginçtir, Temmuz ayı başlarında Vaşington’da yapılan NATO zirvesinin nihai bildirisinde, geniş kapsamlı güvenlik ortamına tehdit oluşturan unsurların zikredildiği dördüncü paragrafta, “İran'ın istikrarı bozucu hareketleri Avrupa-Atlantik güvenliğini etkilemektedir” diye bir cümle de yer almaktadır. 

İran hakkında NATO belgelerinde, bildiğim kadarıyla, ilk kez bu şekliyle ve kamuoyuna açık olarak yer alan bu tanımlamaya Türkiye dahil tüm NATO üyesi ülkeler onay vermiştir.

Gazze’deki krizin bölgeye yayılmasından, esas olarak, doğalgaz ve petrol sevkiyatı başta olmak üzere ekonomik aktiviteyi dumura uğratacak ve kitlesel ölümlere yol açacak silahların kullanıldığı bir savaş ihtimali kastediliyor. 

Çatışmanın tarafları sınırları zorlasalar da geçmezler, büyük devletler de buna imkan tanımazlar diye düşünüyoruz, daha doğrusu öyle temenni ediyoruz, çünkü sınırın geçilmesi, insanlığın mahvına gidebilir. 

Ama fanatizmin, çaresizliğin ve de, hırsı ve kibri her şeyin üzerinde olan, dediğim dedik düsturuyla hareket eden devlet yöneticilerinin hüküm sürdüğü yerlerde hiçbir ihtimali dışlamak da mümkün değildir. 

Tansiyonun yükseldiği Orta Doğu'da Türkiye'nin durumu

Türkiye cephesinde ise, “bizimkiler” bir şeyler yapmak, Filistin davasını savunmak ama bu arada Hamas’ı korumak ve öne çıkarmak, hem Orta Doğu bölgesinde  kahraman olmak, hem bölgeye barış getiren ülke olarak dünyada takdir edilmek istiyorlar ancak bir türlü olamıyor.

Devlet büyüklerinin, ülkemizin sorunlu bir bölgedeki istikrar adası olduğu yolundaki tanımlamaları popülist siyasette kulağa hoş gelse de doğru değil, keşke olsa. Türkiye'nin yıllardır çözemediği büyük büyük meseleleri var. 

Etrafımızda ve özellikle güneyimizde meydana gelen her krizden, en aşırı şekliyle Suriye örneğindeki gibi, çok etkilendik. 

Bu ve diğer krizler, çözemediğimiz meselelerin çözümünü daha da karmaşık hale getirip zorlaştırdı, ayrıca yeni meselelere yol açtı. 

Ülkemizin etrafında yaşanan krizlerden zarar görmesi kısmen kaçınılmazdı ve bazı hallerde kontrolümüz dışındaki gelişen olaylar sebebiyet verdi denilebilir ama zararın önemli bir kısmı da, iktidarın tercihi olan söylem, eylem ve yöntemlerden dolayıdır.

Türkiye'nin Gazze merkezli ve yayılıp büyüme riski bulunan bu krizin de içine girip saplanmadan, çözüme katkı sağlayabileceğini umalım.


* Bu yazı yayınlandığında İsrail, Hamas’ın askeri kolu olan El Kassam Tugayları komutanı Muhammed Deif’in 13 Temmuz'da öldürüldüğünde dair bir açıklama yaptı ama bu bilgi bağımsız kaynaklarca teyit edilmedi.

 Ömer Önhon kimdir?

Ömer Önhon 1960'ta doğdu. Türkiye'nin son Şam büyükelçisi.

Kingston Üniversitesi'nden mezun olduktan sonra Kasım 1985'te Dışişleri Bakanlığı'na girdi.

Yurtdışında sırasıyla Riyad Büyükelçiliği, AGİT Daimi Temsilciliği, NATO Daimi Temsilciliği ve Şam Büyükelçiliği'ndeki görevlerinden sonra, New York'ta başkonsolosluk ve Madrid'de büyükelçilik yaptı.

Nisan 2021'de Dışişleri Bakanlığı'ndan emekli oldu. Merkez teşkilattaki son görevleri Orta Doğu ve Asya'dan Sorumlu Müsteşar Yardımcılığı ve Uluslararası Güvenlik İlişkilerinden Sorumlu Genel Müdürlüktü. 

2021'de Remzi Kitabevi'nden çıkan 'Büyükelçi'nin Gözünden Suriye' kitabının yazarıdır.