Ömer Laçiner

07 Ağustos 2014

Erdoğan ve seviye meselesi

O yüzde 50’nin büyük kısmı Erdoğan’ın menfaatlerini korumak için hukuk ve insaf ölçülerini çiğneyerek tüm imkânları kullanma kararlılığına 'bayılıyor'

Cumhurbaşkanlığı seçimi  kampanyasında 'seviye'nin hayli düşük olduğuna dair tespitlere  itiraz eden yok. Seviyenin düşük olmasının birincil  nedeni  tarafların ve dolayısı ile adayların Cumhurbaşkanlığı makamının ülke-toplum ve bölgenin yaşadığı son derece kritik konjonktür bağlamında  öncelikle ve asıl olarak nasıl bir rol-işlev üstlenmesi gerektiği konusunda farklı yaklaşımları temsil etmelerine rağmen; bu temel konuyu yeterince açık, önemini kavratıcı biçimde işleyemiyor oluşlarıdır. Ne Recep Tayyip Erdoğan hayal ettiği başkanlık rejiminin reklamı ekseninde yürütüyor kampanyasını; ne de Ekmeleddin İhsanoğlu temsil ettiği parlamenter rejim cumhurbaşkanı adayı kimliği ile Bay Erdoğan'ın fiilen tarumar ettiği kuvvetler ayrımı ve hukuk devleti ilkelerinin önem ve değerini vurgulayan bir kampanya ile rakibini sıkıştırmayı becerebiliyor. Mevcut ülke ve bölge konjonktürü bağlamında eşitlik ve demokrasi ekseninde sağlanacak bir toplumsal birlik duygusunun hayati önemini gayet başarılı biçimde anlatarak adaylar içinde en 'seviyeli' kampanyayı yürüten Selahattin Demirtaş ise ana akım medya tarafından peşinen marjinalize edildiği için; genel kampanyanın seviyesizliği izlenimini değiştiremiyor.

 

Seviyesizlik tespitinin ikincil ama hiç de daha az önemli olmayan nedeni, gerekçesi ise bu tür kampanyaların olmazsa olmazı olan adayların birbirlerini eleştiri üslubu ve bu amaçla kullanılan argümanlardır. Adayların rakiplerini eleştirme haklarını kullanırken Cumhurbaşkanlığı gibi bir toplumun en saygın makamına yaraşır bir üslup içinde konuşmalarını, argümanlarını da bu düzeye uygun konu ve kanıtlarla savunmalarını beklemek medeni bir toplum için asgari bir talep ve kuraldır sadece. Ne var ki bu en basit kurala dahi riayet edildiğini söyleyemiyoruz.

 

Ama dikkat edilsin; bu riayetsizlik sadece ve sadece R. T. Erdoğan tarafından yapılıyor. Ne İhsanoğlu ne de Demirtaş şimdiye kadar rakipleri hakkında  edep ve saygı sınırlarını aşan tek bir sıfat kullandılar ne de yakışıksız, 'belden aşağı vuran' argümanlara tenezzül ettiler. 'Seviyesizliğe' kanıt diye gösterilen her şey ya bizzat Bay Erdoğan'ın söz ve davranışlarıdır ya da hempalarının marifetleridir.

 

R. T. Erdoğan’ın bugüne kadar Türkiye'de Başbakanlık yapmış, cumhurbaşkanı adayı olmuş kişiler arasında açık ara en 'ağzı bozuk', en şirret üsluplu ve en 'belden aşağı vurma'ya hevesli kişi olduğu herhalde tartışmasız bir gerçek. Yandaş ve yalakaları bütün bu negatif niteliklerle bezeli konuşmalarını ve bunlara eklediği külhani tarzı, onun 'hitabet sanatını ustaca kullanması' diye tanımlayıp pek övüyorlar. Ama bu türden hitabet ustalıklarının en tehlikeli demagoglara, kifayetsiz muhterislere ve faşist liderlere has bir 'sanat' olduğunu eklemeyi elbette 'unutuyor'lar. Asıl üzerinde duracağımız konu açısından bir detay ama değinmeden geçemeyiz. R. T. Erdoğan, hitabetinin şu bahsettiğimiz özellikleri ile aynı, ‘dindar liderler' kategorisi içinde yer aldığı Turgut Özal ve Necmettin Erbakan'dan 'kopmuş' bir edep ve saygı düzeyini temsil ediyor. Özal ve Erbakan siyasal rakiplerinden şahsen bahsederken terbiye dışı, küçültücü sıfatları kullanmazken Bay Erdoğan'ın özellikle 2011 seçiminden sonra küçültücü veya alaylı bir sıfat eklemeden rakiplerinin adını anmaz hale gelişi gayet 'manidar' bir tezat oluşturuyor.

 

Ancak, asıl ürkütücü nokta, bu en basit nezaket kuralına dahi aldırmama tutumunun Erdoğan tarz-ı hitabet ve siyasetin en hafif lekesi olması. Polis kurşunu ile öldürülmüş bir çocuğun -Berkin Elvan'ın- acılı annesine iftira atmaktan çekinmeyip onu miting kalabalıklarına yuhalatmayı başarı sayan birinden söz ediyoruz çünkü. Kabataş olayı yalanını defalarca tekrarlayabilmiş bu zat, birkaç gün önce S. Demirtaş'ı Zaza olduğu için yuhalatmayı da becerdi. Özetle ifade edecek olursak; benzer örneklerin listesi uzar gider de; bu zatın şu son iki aylık kampanyası esnasında 'Cumhurbaşkanlığı makamına yakışır' diyebileceğimiz  iki satırcık lafını, jestini zor buluruz.

 

Fakat asıl soru şu: Yalanla, iftirayla, çarpıtmalarla yüklü olmasına bilhassa gayret edilerek icra edilen bu ‘hitabet sanatı' nasıl oluyor da AKP'nin % 50’ler civarında oy toplamasının birincil nedeni, etkeni addediliyor? Ve yine, nasıl oluyor da R. T. Erdoğan bu ülke tarihinin hakkında en ağır kanıtlı yolsuzluk, rüşvet, kayırma ve yalancılık ithamı yapılan en üst makam sahibi olmasına ve bu ithamlardan aklanmak için normal, hukuki yollara başvurmak yerine elindeki iktidar gücüyle mevcut hukuku felç eden, tamamen gayrı meşru usullere tevessül etmesine rağmen o % 50 civarındaki oy tarafından hayranlıkla alkışlanıp desteklenebiliyor?

 

Gerçekliği olabildiğince yakından kavramak istiyorsak ve bunu dönüştürmek cesaretini, umudunu koruyor iseniz; her şeyden önce o % 50 oyun 'masumiyeti'ni ima eden açıklamaları bir yana bırakınız. Yani ortada Erdoğan'ın 'ustaca' yalanlarla, demagoji hileleri ile kandırdığı ve böylece onun yolsuzluk falan yapmayan, yalan ve iftiraya başvurmayan temiz bir kişi olduğuna inanan bir kitle yok. 'Çalmış, biraz yalan söylüyor, çarpıtıyor olabilir ama çalışıyor, refahımızı arttırıyor ya' bahanesine sığınanlar da asıl 'Erdoğansever' kesimi oluşturanlar değil.

 

O % 50'nin büyük kısmı, çoğunluğu tam aksine Erdoğan, konum ve menfaatlerini korumak ve azamileştirmek için elindeki tüm araç ve imkânları hak, hukuk ve insaf ölçülerini çiğneyerek kullanma kararlılığına 'bayılıyor' ve özeniyor. İstediğini elde etmek için yalana, dolana başvurmanın mubah olduğuna inandığı gibi kendi isteğinin en sıradan ve küçük bahanesini diğerlerinin en değerli ve akli gerekçesinden daha büyük sayabiliyor. Nitelikten ziyade niceliği ve dolayısıyla fikren, ahlaken ve fiilen değerli nitelikler edinerek gelişmeyi değil, sayılarla ölçülebilen türde bir 'büyüme'yi hedefliyor ve önemsiyor. Erdoğan kişiliğinin şu özetle ifade edilen içeriği ile ona hayran kitlenin ortalama kişilik özellikleri bire bir örtüşüyor. Ve dolayısıyla  olabilecek en tam bir özdeşleşme kuruluyor aralarında.

 

Bu özdeşleşme halinin dikkate değer bir noktası, Türkiye tarihi açısından -asla olumlu anlamda değil ama, gerçekten- 'yeni' olan bir  boyutu var. Özetle açıklamaya çalışayım: Bu ülke tarihinde geniş kitlelerin kendisi ile bir özdeşlik bağı kurduğu birçok lider geldi geçti. Bunlardan Erdoğan ile kıyaslanabilecek olanları, örneğin Menderes, Demirel, Özal ve Ecevit’i  göz önüne getirelim: Büyük bir seçmen kitlesinin belirli bir dönem bu liderlerle özdeşlik hissi yaşamalarının 'maddi' temeli elbette onların kendileri gibi toplumun orta-alt katmanlarından, aynı sosyo-kültürel ortamlardan gelmiş olmalarıydı. Gerçi Ecevit böyle sayılmazdı ama gerek görüntüsü, gerekse 'devletlû’lara has kibir ve gösterişten arınmış tavrıyla hakiki bir 'halkçı' olarak 'halk'ın bağrına bastığı bir lider oldu. Dolayısı ile Erdoğan ile bu liderler arasında  özdeşleşmenin maddi temeli açısından pek fark yok. Ama olgunun moral -'manevi'- boyutuna, siyasal psikoloji düzeyine baktığımızda farklık apaçık beliriverir. Çünkü  söz konusu liderler çoğunluk tarafından 'bizden biri, benim gibi' diye algılanmaktadır ama aynı zamanda o liderlerin kendilerinde olmayan veya kendilerince edinilememiş olan imrenilesi bazı insani yüksek niteliklere sahip oldukları da bilinir. Örneğin Demirel ve Özal -bu arada Erbakan da- rakipleri tarafından da kabul edilen yüksek zekaları, geniş bilgi dağarcıkları ve üst düzey mühendis nitelikleri ile, Ecevit geniş kültürü medeni vasıfları ve cesareti yanında  hayranlık uyandırıcı akıcılıktaki düzgün konuşma yeteneği ile kitlelerin 'süper ego'sunu harekete geçirmiş, özdeşleşme ilişkisini bu düzeyde kurmuşlardır. Yani o liderlerle kurulan bağ, kitlelerin onlardaki üst insani nitelik ve edinimlere derin saygısını ve sahip olabilme arzu ve özlemini içerir. Onlarla özdeşlik duygusunu yaşarken kendisinin o nitelik ve edinimlere sahip olmuş halini hayal edebilir. Oysa Erdoğan ile özdeşleşme halinin  bununla hiçbir ilgisi yoktur. Erdoğan üst insani nitelikler açısından bu ülke ortalamasını ile aynı düzeydedir. Ne zekâsının yüksekliği ne bilgi düzeyinin derinliği ve genişliği ile ne yüksek zihni nitelikler gerektiren bir faaliyet alanındaki parlaklığı ile ne de ahlaki vasıflarının olgunluğu ile temayüz etmiş biridir. Ortalamamızın tipik bir temsilcisidir sadece. Böyle olmasına rağmen şu anda sahip olduğu büyük güç ve iktidar imkânlarına erişmiş, şimdiye kadar ortalamanın çok üzerinde insani nitelik ve edinim sahibi olanların gelebildiği makamlara oturabilmiştir. 'Erdoğan vakası' doğal güdülerine, güç ve büyüklük arzularına yoğunlaşmış birinin ortalama, hatta daha düşük insani-ahlaki niteliklere sahip olsa bile servet ve iktidar gibi nicel büyüklüklere ulaşabileceğinin kanıtlanışıdır. Niceliğin niteliğe zaferi diye de algılanabilir. Ve Erdoğan ile Türkiye orta sınıf ve ortalamasının çoğunluğu arasındaki özdeşlik ilişkisinin 'sırrı' tam da bu noktadadır. Erdoğan o kesimlerin az önce işaret edilen içerikteki süper egosunu değil, tam tersine doğal ego ve dürtülerini alter egolarını harekete geçirdiği için idolleşiyor. Yükselişi nicelikselin insani niteliklere karşı zaferi diye de algılandığı, özellikle de Erdoğan böyle anladığı için, örneğin miting meydanlarında İhsanoğlu'nun  nezaket gibi insani-medeni niteliğini 'monşerlik' diye sarakaya alıyor, kendisinin beceremediği diller bilme niteliğini küçümsemeye yelteniyor ve bütün bu seviyesizlikleri nedeniyle de taraftarları şevk ile alkışlayabiliyorlar onu.

 

Ama karamsarlığa kapılmamak gerek. Bu devir, bu evre Erdoğan ve şakşakçılarının zannettiğinden çok daha bir kısa süre sonra kaçınılmaz olarak bitecek. Marx, “Bir üretim -dolayısı ile toplum ve siyaset- tarzı/düzeni içerdiği tüm imkanları tüketmeden yok olmaz” derdi. Demek ki kadim ve modern siyasetin bu dip çökeltisinin deneyiminden geçmek de gerekiyormuş. Fakat bu cürufu yakından görmekle insani niteliklerimizin gürleşeceği bir geleceği çok daha temizlenmiş bir bilinçle tasavvur etme ve kurma imkânını da edineceğimizi unutmayalım.