Levent Gültekin'in “Gerçek İslam bu değil.’ ‘Peki hangisi?" başlıklı internethaber'deki yazısına bazı değerlendirmelerle katkıda bulunmak gerekiyor. Gültekin , Müslümanların hatası karşısında sığınılan bahaneyi sorgulayarak hangi anlayışın "gerçek İslam" olduğu ve ne olması gerektiği konusunda analizler yapıyor.
İlk olarak 19. yüzyılda ortaya çıkan İslamcılık akımını biraz tahlil etmek gerekecek. İslamcılık bir reaksiyon ideolojisiydi, bu reaktifliği sadece bir zayıflık olarak sunmak hata, zira İslamcılar, İslam dünyasındaki ataletin, geri kalmışlığın yani felaketin farkına varmışlardı. Batılılaşma seçeneğini tercih ederek değil, dini bir şekilde siyasallaştırarak çağa cevap vermeye çalıştılar. Bu cevap tarzı, İslamcılar için pozitif ve negatif yönler oluşturdu. Sonradan ortaya çıkan önemli eksikliklerine rağmen İslamcılık, en azından İslam dünyasının yapması gereken silkinişi, yeniden alternatif olma fikrinin önünü açtı.
İslamcılığın seyrini ve sıkıntılarını anlamak için sadece 19. yüzyıl sonrasına bakmak yeterli olmayacak, ilk yüzyıla inmek gerekecektir. İlk çıkan sorun, Peygamber sonrasına iyi hazırlanamayan Müslümanlardaydı. Aynı zamanda beşer olarak hiçbiri sanıldığı gibi hatalar yapmaktan uzak değillerdi. Aslında ilk İslam toplumu Peygamberin ölümünden sonra gafil avlandığını hisseden ve bunun şokuyla ne yapacağını şaşıran bir topluluktu. Peygamber kendisinden sonra bir vekil ve yönetim şekli de bırakmamıştı. Vahiy kesilmişti, çıkan ve çıkabilecek sorunlar karşısında nasıl bir yöneliş içinde olmaları gerektiği konusunda Müslümanların kafası karışıktı. İlk kriz, Peygamber sonrası liderin kim olacağında yaşandı. Hz. Ömer ve Hz.Ebubekir bu ilk şaşkınlığı bir şekilde atlattılar ama önemli kırgınlıklar vardı. Bu oldu bittiye bozulan Hz. Ali ve eski toplumsal yaşam biçimini özleyen Muaviye sürece itiraz eden bir ruh halindeydi. Bu kırgınlığın üzerine eklenen Hz. Osman dönemi iktidar yozlaşmaları, işin çığırından çıkmasına, iç savaşın başlamasına, en önemlisi de dini sağlıklı fıkhetme, analiz etme ortamının sarsılmasına yol açtı.
Vahiy kesildikten sonra imanları ve akıllarıyla ayakta durarak Kur'an'ı, yaşayan, canlı, dinamik dünyaya cevap kitabı şeklinde değerlendiremeyen Müslümanlar, artan krizlere İslam'ın gerçek ruhunu yansıtacak makul cevaplar veremiyordu. Ayrıca hem İslam'ı daha iyice içselleştirememiş, hem de coğrafi, kültürel, sosyolojik şartlar gereği sorunların çözümünü derinlemesine değerlendirmekten uzak çöl Araplarının, (Bedevilerin) inisiyatifi ele geçirmesiyle, yüzeysel değerlendirme hastalığı, iktidar çekişmeleri ve savaşlarıyla iyice belirginleşti ve sonunda zamanla topluma hakim oldu. İslam toplumu, insanlığa örnek olacak nitelikli maddi ve manevi yükselişini gerçekleştiremedi ve yüzyıllar öncesinden itibaren gerilemeye başladı.
Çeşitli devletler eliyle kısmi yükselişler yaşayan İslam dünyası, değişimin hayatın kuralı olduğunu unuttu. Bağımsız, dürüst ve derinlemesine akleden alimlerin azlığı ve olanının da zalim sultanların çıkarlarıyla ters düşmesi, kısır döngüyü iyice kötüleştirdi. Tembellik, akletmeme, halini ve sorunlarını görememe, dünyayı okuyamama, yenilenme ve ilerleme ihtiyacı hissetmeme hastalığı iyice yaygınlaştı. Çok sonraları bu durumun farkına varan İslam dünyasının bir kısım aydını, çeşitli yönelişler gösterse de kararını dinin içinden bir kurtuluş reçetesine yönelerek verdi. İslamcılık, kaybedilmiş bir büyük dini değer olarak ele alındı ve Batı'nın galibiyetinin kesinliği ve vaad ettiği hazcı dünyaya rağmen İslam dünyasında taraftar bulmaya başladı.
İslamcılık, çıkışının doğası gereği tüm sorulara cevap verecek durumda değildi ve bunu bir eksiklik olarak görmedi, dillere pelesenk olan sloganla reçete belliydi. "İslam gelecek, vahşet bitecek"ti. İslamcılık, bu reaksiyoner haliyle bir yere kadar çığlığını yükseltebilirdi. Bu çığlık ezilen, öfkeli çoğu genç, dindar Müslümanlarda karşılığını hemen buldu. "Batı, İslam dünyasını sömürmüştü ve tüm günahların suçlusu belliydi: Batı." Özeleştiri yapma ihtiyacı fazla hissedilmiyordu ve yüzyılların ihmaliyle yenik düşen İslam dünyası için çok uzun sürecek komplike çalışmalar, eleştiriler yapma yerine acelecilik, erken bir kurtuluş ve zafer umudu tercih ediliyordu.
İslamcılık, baskıcı laik uygulamalarla tepelenmeye çalışıldıkça, içi çok doldurulmuş olmasa da taraftar buldu, kavileşti. 20. yüzyılın üçüncü çeyreğinden sonra yükselişini durduran sol'un yerine artık İslam dünyasında yeni bir alternatif vardı. Bu alternatif, dine tekrar sempatiyle bakan kitleler için dine uzak olma gibi bir dezavantajı da taşımıyordu. Çağdaş dünyanın sorunlarına ne derece çare olup olmadığı üzerinde çok fazla düşünmeye, tartışmaya da gerek yoktu.
İslam dünyasında yükselen yeni siyasal hareketin İslamcılık olduğunu Batı biraz gecikmeli de olsa anladı. Batı, İran devrimini mekanik bir karşı çıkışla önleyeceğini sanma, oluşan devleti çıkarttığı bir savaşla Saddam'a boğdurma fikri, Cezayir'de İslamcılara karşı yapılan darbeyi meşru görme, başörtüsü yasağına duyarsız kalma gibi cinliklerle bir süre meşgul oldu. Neden sonra bunun yol olmadığını anladı.
Sonraları Batı, İslamcılığın iyice popülerleştiğini gördü, bunun nedenleri üzerinde tahliller yaptı ve yükselen bir İslami siyasallaşma olduğunu anladı. Ancak yine de uzun yıllar baskıcı laik uygulamalarla bu gelişimi durduracaklarını düşündü. Batı'nın siyasal İslam'a karşı devletlerin yaptığı haksızlıkları görmezden gelme taktiği öfkeyi daha da büyüttü ve her iki taraf için de bu zarar oldu. Zira İslamcılar hep çevrelerinde olan öfke duygusuyla gerçek anlamda üstün olmanın kendisine haksızlık edene tepkiyle, öfkeyle sağlanabileceğini düşündüler. Bu, sorunları at gözlükle değerlendirmelerine, kendilerini geliştirememelerine yol açtı. Batı'nın bu çifte standardının ve kendilerindeki reaktif öfkenin her zaman derde derman olamayacağını göremediler, hissedemediler. Batı da uzun süre İslam dünyasının niye kendisinden bu kadar nefret ettiğini anlayamadı.
İktidarı önlenemeyen İslamcıların karşılaşacağı önemli imtihanlar vardı. Bu en önemli örnekleriyle Türkiye'de yaşandı. Sonunda yıllardır hayal edilen ve hayal edenler tarafından bile tahayyyül edilemeyen güç ve kudretlere ulaşıldı. Bunun yolu başta büyük bir hınçla başlatılan çalışkan Belediyecilik gayretleriydi. Kendisini ispat etmeye iman etmiş ve bunu itikadi bir zorunluluk olarak gören kadrolar iyi bir yükseliş gösterdi, başarılı oldu, laik çevrelerden bile gizli takdir topladı. 28 Şubatlarla önüne geçilemeyen İslamcı yükseliş duvara tosladığı anda kılık değiştirmeyi de ihmal etmedi. Siyasal İslam'ın yükselişine zor yöntemiyle karşı çıkamayacağını anlayan Batı, yeni hükümetle çıkar temelinde anlaştı. Önündeki engeller birilerinin yardımıyla da teker teker yıkılan Ak Parti artık tartışılmaz hakimdi. Dünün AB rüyalarını da elinin tersiyle iten Erdoğan artık zirveye vardığını düşünüyor ve yıllardır hayal ettiklerini yapma zamanı olduğunu düşünüyor.
Burada iki problem çıkıyor karşımıza. Birincisi iktidarın nimetlerinden faydalanmaya çalışan , yozlaşan bir anlayışın iyice kendisini belli etmesi, İkincisi ise hakimiyeti ele geçiren İslamcıların ötekinin yaşam tarzı konusunda önceki baskıcı laik uygulamalara benzer bir anlayışı geliştirmesi. Bu iki sorunu birbirine karıştırmadan meseleyi değerlendirmek gerekir. İlk anlayış yükselen her hareket için bir tehdit unsuru iken, asıl önemli sorun teşkil eden ikinci anlayıştır. Bu anlayış farklı yerlerde farklı şekillerde kendisini göstermeye başlıyor. İslam'ı anlama, tahkik etme ihtiyacı hissetmeden, geleneksel kabuller, ritüeller ve fetvalar üzerinden algılayan IŞID benzeri yapılar şiddeti de kullanarak çağdaş dünyanın kabul edemeyeceği bir hayat tarzını dayatmaya başladılar. Bu hata sadece silaha başvuranlar için değil hemen her İslami camia için geçerli oldu. İslam dünyasının karşılaşması ve cevap vermesi gereken kavramlar konusunda sınıfta kaldıklarını gösterdiler. Çünkü çok önceleri cevaplanması gereken "ama şimdi vakti değil" diyerek ertelenen bu eksiklikler şimdi yine lüzumsuz, gereksiz yamalar gibi algılanıyordu. "Sivil toplum, insan hakları, demokrasi, çoğulculuk, ahlak-amel ilişkisi" gibi kelimeler geç kalınmış bir hesaplaşma sonucu halen yabancı gibi görünüyor.
İktidarların getirdiği saltanat sonucu oluşan kokuşma, yozlaşmayla, İslam dünyasının reaktiflik hamaseti nedeniyle ertelediği dinin hayatın her alanıyla topluma cevap vermesi konusundaki gayret eksikliğini birbirinden ayırt etmek gerekir.
Bu sorunları konuşmak bile önemlidir. Zira hala önemli ölçüde bu sorunlar hissedilmemekte ve çözüm üretme ihtiyacına gerek görülmemektedir. Tartışalım ve gerçeğin ortaya çıkmasına hepimiz yardımcı olalım . Bu çok zor da değil yeter ki eleştirel bir mantıkla sorunu çözmeye hepimiz odaklanalım.