Türkiye'nin kronik sorunu Kürt meselesi "çözüldü, çözülecek" denirken yine karamsar bir tablo arz etmeye başladı. Neden bu safhaya geldiği ve nereye gideceğini tespit etmek için meseleyi oluşturan sürecin geneline bakmakta fayda vardır.
Türkiye Cumhuriyeti devleti kurulurken Mustafa Kemal önünde Kürt meselesini bulmuştu. Konuya bir şekilde çözüm bulmak gerekiyordu. Tarihi İzmit basın toplantısında* kendi ağzından soruna somut önerilerini, özerklik ifadesiyle teklif eden Mustafa Kemal konjonktürün değişimiyle bu sözünde durmuyordu.
Bulunan çözüm artık değiştirilemeyecek bir alın yazısı olarak T.C. devleti tarihinin genetiğine işleniyordu. Farklılıklar, Türklük potası altında eritilecek, yeni bir ulus yaratılacaktı. Ancak kısa sürede bu politikanın sorunlu olduğu anlaşıldı. İlk önce Koçgiri ayaklanması ardından Şeyh Sait ayaklanıyor, ardından biçilen elbiseye uymak istemediğini çeşitli şekillerde beyan eden Kürtler hoşnutsuz olduklarını ayaklanmalarla gösteriyorlardı.
Bir müddet inkılabın tunç eli ve sopası ortama hakim oldu. Çatlak sesler bastırıldı, tek tipleştirmede iyi (!) mesafeler alındı. Ancak tek parti döneminin yöneticileri gemi biraz salıp da farklı partilerin sahneye çıkmasına izin verince işin rengi belli oldu. Toplum dikte edilen bu anlayışı tasvip etmemişti. Dini ve etnik ayrımcılıklar kabul edilmemiş ancak muhalif sesler kendilerine belirli bir rota da çizememişlerdi. Sağ, sol kavramları yeterince anlamlarını bulamamış, kimlik konusu netleşmemiş, etnisite ve dinsel kimlik siyasallaşmamıştı.
Dini ayrımcılığa karşı gelişen muhalefet zamanla yatağını bulup kendisini siyasal ortamlarda derece derece farklılaşan bir şekilde ifade etmeye başladı. Ancak Kürt kimliğinin legal bir siyasi muhalefet üzerinden ifadesi gerçekleşemedi. Yükselen sol akımlar ve küresel çapta ortaya çıkan 68 kuşağı ilk başta bir milliyetçilik gibi görüp burun kıvırsa da zamanla Kürt sorununun varlığını keşfetti ve çözümler üretmeye çalıştı. Dönemin militanlaşmış gençliği için bu soruna devrimci çözümler bulmaktan başka çare yoktu. Karşılarındaki devlet için zaten "Kürt" kelimesinin telaffuzu bile izin verilmeyen bir ifade idi. "Kürt" diye bir farklı ırkın olduğu bile kabul edilmiyor, bir Türk boyu olduğu iddiası resmi tezlerde ısrarla işleniyordu.**
Sıkışıp kalan muhalifler dernekler, dergiler vb. yollarla çıkış yolu arıyordu. Ancak bunlar Kürt halkına fazla tesiri olmayan entelektüel çabalar olarak kalıyor ve partileşme imkanı bulamadığı için de geniş, toplumsal bir sese dönüşemiyordu.
12 Eylül öncesi yıllar artık Kürt solunun iyice öz güveninin oluştuğu ve farklı bir muhalefeti örgütlemek istediği yıllar oldu. Muhalefetin dili artık her kesim için şiddetti ve bu, legal koridorlar açılmayan Kürt muhalefeti için tercihte zorlanacak bir yol değildi. Farklı birçok silahlı Kürt muhalif örgüt vardı ancak birisi acımasız metotlar izlemeyi tercih ederek diğerlerini imha etmeyi tercih etti. Bu, Abdullah Öcalan'ın liderliğindeki PKK'ydı. Bu metot yıllarca gücün inisiyatifine göre şekillenmiş Kürt toplumu için çok yabancı değildi. Kısa sürede adeta mono blok muhalefet halini almış olan PKK, şiddeti eleştiren çatlak sesleri etkisizleştirmesini bildi. Bunu daha sonra tek güç halini aldıktan sonra eleştiri yapan bazı eski yöneticilerine de yaptı.
12 Eylül duvarına toslayan sağ ve sol için bu travma, bir gerileme göstergesi iken Kürt muhalefeti için Diyarbakır cezaevi bilenerek güçlenme yolu oldu. Gelişmeleri anlasa da genetiğine işlemiş anlayıştan geri adım atmayı reddeden devlet uzun süre aynı propagandist dili kullandı. Ancak 1984'te silahlı ayaklanmaya başlamış PKK her geçen gün taraftarını arttırıyordu. İlerde Batı'ya da aksedecek Sosyalist bir mücadelenin çekirdeğini oluşturduğunu düşünen PKK sürekli mesafe kat ediyordu. İdealist bir Marksist, sosyalist mücadelenin takipçileri olduklarını düşünen Abdullah Öcalan, Murat Karayılan, Cemil Bayık gibi PKK ileri gelenleri her geçen gün katılımların arttığını görse de 1980li yılların sonlarına doğru yeni bir siyasal gerçekliğe gözlerini açtılar. Dindar olmalarına ve Kürt sorununun ağırlığından, perdelenemeyecek gerçekliğinden dolayı kendilerine destek verse de Kürtlerin bir gün yükselen siyasal İslamcılıkla haklarında dini bir yargılama yapabileceğini düşündüler. 1990’ların başından itibaren din adamlarının oluşturduğu yapılar kurdular. Söylem değiştirerek dinin karşısında değil yanında olduğu imajını vermeyi tercih ettiler. Bu, ilk başta çok inandırıcı gelmese de zamanla tuttu. Kürt sorununu devlet öylesine çözümsüz, alternatifsiz bırakmıştı ki PKK tüm zaaflarına, zorbalıklarına rağmen her geçen gün Kürt halkından aldığı desteği arttırıyordu. PKK aktif mücadelesi içinde eksikliklerini tespit ediyor, karşısına çıkan engelleri, onların hatalarından önce kendi söylemleriyle mağlup etmeyi biliyordu. Farklı kesimler ( dindarların çoğu, Türk milliyetçileri, Kemalistler) bu sorunun ne denli köklü olduğunu hissetmiyor, çatışmayı komplo teorileriyle açıklamaya çalışıyorlardı, bu da Kürt halkı nezdinde puan kaybetmelerine yol açıyordu. 1990’ların başından itibaren gittikçe artan düşük yoğunluklu savaş tüm şiddetiyle devam ediyor bunun yansıra devlet, kontrgerilla metotlarıyla sivil infazları yaparak da sorunu imha etmeye çalışıyordu.
1994 yıllarına gelindiğinde artık devlet dışından söyleyemediği gerçeği görmüş, çözüm arayışlarına başlamıştı. Turgut Özal eliyle başlatılan çözüm çıkışları ilk başta tepkiyle karşılansa da anlayış alanını iki taraflı genişletti. ***
Türk toplumu, devletin bu meselede hatasını zımnen kabul ettiğini görüyor, tepki veriyor ancak bu tepki, sorunu kesin bir reddiye şekline büründürmüyordu. Ancak devletin gerçek sahibinin iktidarlar ve Cumhurbaşkanları değişse de değişmeyeceği gerçeği karşısında barışçı bir çözüm umudu ufukta görünmüyordu. Zira devlet hem barışçı bir çözüme yanaşıp gasp ettiği hakların iadesi yoluna gitmiyor hem de topluma sorunun gerçek nedenini anlatmaya yanaşmıyordu. Bunun sonucunda zıtlaşma devlet ve Kürtler arasında olmanın yanı sıra Kürtler ve Türkler boyutuna evriliyordu. Zira sorunun nedenini anlamakta zorlanan Türkler her gelen asker cenazesiyle çözümün öfkeli bir cevap ile olacağını düşünüyordu. Bu da yönetim ve toplum nezdinde sorunu her geçen gün derinleştiriyordu. Artık her geçen gün artan gerginlik bazı yerlerde toplumsal linç ve kaos olaylarına yol açıyordu.
Artık devlet katı, tek sesli olmasa da çözüm arayışlarına girmişti. Daha sonra öğrendiğimiz gizli boyutta ve MİT üzerinden yürütülen devlet –PKK görüşmelerinin uzun yıllar boyunca arada kesintiler olsa da devam edecek görüşmeleri başlamıştı. Özal’ın ani ölümüyle kesilen görüşmeler hep tekrar edecek bir döngüyle sertlik ve görüşme döngüsüyle devam ediyordu. 1999’da Abdullah Öcalan’ın yakalanıp Türkiye’ye getirilmesiyle yeni bir süreç başlıyordu. PKK’nın ilan ettiği ateşkes tek taraflı olarak 2004 yıllarına kadar devam ediyordu. Ak Parti iktidarının AB uyum yasaları çerçevesinde yaptığı temel hak ve özgürlükleri geliştirici anayasa değişiklikleri demokrasi özlemi içinde olan her kesim tarafından olumlu bir şekilde karşılanıyor ancak Kürt meselesi hakkında çok önemli gelişmeler yaşanmıyordu. Ak Parti iktidarını sağlamlaştırmadan, askeri vesayeti yenmeden Kürt sorunu konusunda adım atmak istemiyor, bir ileri bir geri yapıyordu. Bu arada çatışmalar şiddetleniyor ve askeri açıdan yenen ve yenilen oluşmuyordu. 2009 yıllarına gelindiğinde Oslo’da aracılar kanalıyla devlet ve PKK tekrar görüşüyordu. Devlet adına MİT görevlilerinin gerçekleştirdiği görüşmeler kim olduğu bilinmeyen bir adres tarafından deşifre edilse de çözüm arayan toplum tarafından önemli bir tepki görmüyordu. Ardından Ak Parti hükümeti açılım politikası başlatıyor ve Kürt meselesinde adımlar atıyor ve diğer dini ve etnik meselelerde de çözüm arayışına giriyordu.
PKK’nın Silvan saldırısı tekrar çatışmaları başlatıyordu. Türkiye'de yapılan seçimler nedeniyle Abdullah Öcalan tarafından verilen talimatla PKK, 15 Temmuz 2011 tarihine kadar ateşkes ilan etmiş ancak saldırı ateşkes süresi bitiminden bir gün öncesinde yapılmıştı. Yine başlayan çatışmaların uzun süreli olamayacağını gören siyasi irade, arayış içindeydi.
PKK'lı mahkumların yaptığı açlık grevlerinde yaşam açısından kritik günlere yaklaşıldığında 2012 yılının sonlarıydı. 2009 Oslo görüşmelerinden sonra Kürt açılımı başlamış ancak çeşitli olaylarla kesintiye uğramıştı. Bu sefer devlet ve Öcalan arasında MİT'in yürüttüğü Öcalan eksenli başlatılan bir süreç deneniyordu. "Çözüm süreci" adı verilen bu yeni dönem akil insanların yurdun 7 bölgesinde yaptığı çalışmalarla devam edecekti. Bölgelerde yapılan çalışmalar sonucu raporlar açıklandı, ancak devletin bu önerilere ne derece kulak astığı hep bir muamma oldu.
Çözüm süreci devlet açısından PKK'nın silahlı unsurlarının yurt dışına çıkışı olarak algılandı daha çok. Demokratikleşme adımları atıldı ancak bu, Kürtlerin gasp edilen haklarını teminat altına alıcı ve eşit vatandaşlığı yasalarla sağlayıcı bir boyuta gelmedi. T.C tarihi boyunca dayatmacı bir yönelişle çözülmeye çalışılan sorun, yanlış politikalar sonucu oldukça dallı budaklı bir hal alarak kronikleşmiş ve 30 yılık bir çatışma dönemi sonrasında ele alındığında da yetersiz, eksik tedavi metotlarına terk edilmişti. Sorunun yıllar içinde uzaması ve uluslararası boyut almasıyla oluşan yönü de ayrı bir zorluk oluşturuyordu. Sorun çözüm sürecinde sadece çatışmaların durdurulması boyutuna indirgeniyor ve karşılıklı güvensizlik, ortama iyice hakim oluyordu.
Çözüm sürecinde silahsızlanma konusundan çok daha önce üzerinde durulması gereken güven tesisi ihmal edilince süreç, bir müddet sonra önce Erdoğan tarafından, sonra Kandil tarafından askıya alındı.
90 yıllık bir güven eksikliğini birbirine güvenmeden giderme yönelişi, süreci dinamitleyen en önemli etkendi. Her iki taraf da süreci sürekli ulusal ve uluslararası pazarlık meselesi yaptı ve taşlarını ona göre oynadı. Devlet politikası olarak başlayan çözüm Sürecinin önünde önemli bir engeli bırakmaması gereken en başta Erdoğan'dı. Ancak anayasal değişikliklerin partilerin oluşturduğu komisyonda bilinçli bir şekilde engellenmesi, hükümetin de anayasal değişikliklere pek istekli olmadığı zannı, PKK'nın sürecin bir kandırmaca olduğu yönündeki şüphelerini arttırdı. Katı bir genetik yapı tarafından yıllarca korunmuş anayasal temel ilkeler aceleye getirilerek 2,5 yıl içinde değiştirilemiyordu. Bu değişikliklerin Ak Parti hükümeti tarafından oy kaygısı nedeniyle zaten istenmediği tartışması bahsettiğimiz aşılamamış güven sorunsalı nedeniyle kafalarda önemli bir soru işareti olarak hep kaldı.
Çözüm süreci başladığından 1,5 yıl sonra önemli bir şekilde durakladı. Gezi olaylarıyla iyice belirginleşen Tayyip Erdoğan'ın otoriter söylemleri, barışı gündeminin en önemli maddesi olarak gören sağ ve soldan demokrat kesimler arasında önemli bir tartışma başlattı. Erdoğan'ın otoriter söylemleri nedeniyle barış sürecinin yürümeyeceğini ileri süren sol, liberal aydınlar hükümetle aralarına önce mesafe koydu, sonrasında çatıştılar. Gezi olaylarında süreci aksatmamak için olaylara müdahil olmayan Kürt hareketi, gösteri yanlılarından aldığı eleştirilere rağmen bu tavrında sebat etti. Ancak Erdoğan'ın otoriter söylemleri masadaki muhatapları için güvensizliği arttıran yeni bir husus oldu.
Gezi olayları ve hükümet Cemaat kavgası sonrası çözüm sürecinin ilk günlerindeki bahar havası kayboldu. Erdoğan’ın Gezi olaylarıyla sertleşen söylemi Cemaat kavgasıyla iyice otoriterleşti ve çözüm süreci hakkında farklı kesimlerin tereddüdünü artırdı. Erdoğan'ın söylemlerine aynı sertlikte karşılık veren muhalifler kutuplaşma ortamını daha da keskinleştirdi. Çözüm ve barış sürecinin ruhuna hiç uygun olmayan sert ve kamplaşmış bir hava oluştu. Zamanla bu ortam çözüm sürecini önemsizleştirdi ve araçsallaştırdı.
Karşılıklı söz verilmiş adımların ihmali bir müddet sonra sürecin inceldiği yerden kopmasına yol açacaktı. Bunun planlanan süreden önce olmaması için her iki tarafça da bazı tedbirlerle vitrinde süreç yürüyormuş izlenimi korunmaya çalışıldı. Erdoğan'ın Türkiye’nin birçok ilinde 3 günde 53 kişinin ölümüne yol açacak ve Kobani olayları olarak adlandırılmasına yol açacak "Kobani düştü, düşecek" lafı bardağı taşıran son damla oldu. Ancak çıkan olaylarla sürecin o an bitmesini iki taraf da arzulamadı, olağanüstü 3 güne rağmen çözüm süreci devam etti. PKK'ya karşı IŞİD'i bir denge unsuru olarak gören Erdoğan süreci de bırakmayarak ABD'nin İncirlik üssü isteğini kabul etmiyor ve pazarlığın uygun anını kolluyordu. Bu yüzden Kobani olayları sırasında şok gelişmelere rağmen masayı devirmek istemedi, seçimlerin geçmesini ve Ortadoğu'daki ABD, İran dengesini kollayıp IŞİD ve PYD arasındaki savaşta Suriye sınırında yeni bir Kürt devleti oluşumuna karşı müteyakkız durdu. Suriye’de yeni bir konu olarak ortaya çıkan Rojava meselesi de sınır içi ve dışındaki politikayla çelişince sorunlar büyüdü. Türkiye Cumhuriyeti içerde çözüm aradığı bir gücün dışarda hakimiyetini kırmızı çizgi görüyordu ve güneyde bir Kürt hakimiyeti, devleti uzun yıllardır bir devlet için kabul edilemez bir kırmızı çizgiydi. ABD ve İran nükleer anlaşmasıyla aralarındaki buzu eritince elini zayıflatmak istemeyen Erdoğan devreye girdi.
Erdoğan'ın süreci bozma kararını çoktan verdiği belliydi. Dolmabahçe mutabakatının yapılmasına ilk önce izin vermesi, sonra "tanımıyorum" deme çıkışı, sürece bakışındaki ciddiyetini gösteriyordu. Çözüm süreci sürerken ve PKK'nın asıl direttiği konu demokratikleşmenin tamamlanmamasıyken "Kürt sorunu yoktur" sözünü sarf etmenin başka anlamı ne olabilir? Erdoğan'ın uzun süredir Öcalan'ı bile yeterince dinlemeyen Kandil'e karşı kızgın olduğu tahmin edilebilir. Zira Öcalan'a rağmen üst perdeden konuşan ve kendisini koruma alanını geniş tutmaya çalışan Kandil, Erdoğan'a karşı ağır bir dil kullanmaya başlamıştı. Hükümet açısından süreç için göz yumulan PKK'nın askeri varlığı, çekilmemesi ve bölgesel hakimiyetini arttırışı can sıkıcıydı. Erdoğan uzun süredir artık sürecin Kandil'le yürüyemeyeceğini düşünüyordu ve süreci zamana yayarak seçimlerin geçmesini bekledi. Bu arada seçim nedeniyle hiçbir şiddet olayına bulaşmak istemeyen Kandil zaten kendisini geri çekmişti. Seçim sonrası Erdoğan zamanın geldiğini düşünerek ABD'nin İncirlik isteğini kabul etti ve artık PYD'ye karşı IŞİD dengesi ortadan kalktı. "Al IŞİD’i ver PKK'yı" anlamına gelen bu anlaşmayla artık ipler kopmuştu, artık tetiği ilk çekenin kim olacağı gibi önemsiz bir soru kalmıştı geriye. PKK'da bu anlaşmayı takip ediyor ve ipin inceldiği yerden koptuğunu görüyordu. Gerilen sinirlerin üzerine gelen Suruç katliamıyla ilk tetiği PKK çekti ve ip koptu.
2.5 yıllık çözüm süreci sonrası ipin koptuğu ancak ipin tamamen ortadan kaybolmadığı şu durumda ne olacak? Çözüm sürecine Türkiye genelinde % 70, Güneydoğu'da %95 oranında destek veren Türkler ve Kürtler bu yeni duruma ne diyecek? Şüphesiz ki çözüm sürecinin tadını tadan her iki taraf için de eskiye dönüş artık kabullenilmesi çok zor bir olay. İlk günlerin kızgınlığıyla "kan, intikam, imha" çığlıkları atanlar da dahil olmak üzere çoğunluk bu durumun kabullenilebilir ve sürdürülebilir olmadığını görecek. 30 yıldır süren savaşta ilk başlarda gizlice daha sonra aleni bir şekilde süren devlet, PKK görüşmeleri bir şekilde yeniden başlayacak. Bunun zamanını bilmek ve muhtemelen yeniden şekillenecek yol haritasını tahmin etmek çok kolay değil. Ancak Erdoğan'ın hedefinin güçsüzleştirilmiş, "haddi bildirilmiş" bir Kandil olduğu ve Öcalan'ın inisiyatifinin daha artmış halini umduğunu düşünüyorum. Kandil'in yanısıra Kandil'e ses çıkarmakta zorlanan HDP'nin de Erdoğan'ın yıpratma hedefinde olduğunu sanıyorum. Zira Kandil'in sürekli siyasi alanı incitecek müdahaleleriyle karşılaşan HDP'nin bir taraftan devlet öte taraftan Kandil arasında kalma ihtimali yüksektir.
Erdoğan'ın kendisi açısından kabul edilebilir bir süre için "Kandil'in burnunu sürtme" politikasını devam ettireceğini sanıyorum. Bu çatışma süreci, kabul edilemez bir aşamaya gelip, şartlar ağırlaşır ve toplumsal linç olayları vb. gelişirse kurtarıcı olarak yedekte tutulan, aylardır kimseyle görüştürülmeyen Öcalan faktörü devreye sokulabilir. Öcalan'ın süreç içinde sözünün dinlenmediği ve karizmasının zarar göreceğini düşündüğü her durum için her iki tarafa söylediği önemli bir cümleyi ip kopmadan önce de söylediğini tahmin ediyorum. "Ne haliniz varsa görün". Bu sözü önceki çözümsüzlüklerde dile getirip kenara çekildiği gibi bu sefer de sarf edip görüşmeleri reddettiğini tahmin ediyorum.
Sürecin 30 yıllık serencamına baktığımız zaman "her şeyin bittiği" gibi bir düşünceye saplanmanın karamsarlık olacağı bellidir. Süreç tarihi gelişimi içinde artık geriye dönülemeyecek bir aşamaya gelmiştir. Süreç tekrar bir şekilde başlayacaktır. İnişli çıkışlı da olsa süreç kalıcı olarak devam etme yönünden bir başka yöne dönmeyecektir. Zamanın ilerlemesiyle şu an konuşulması dahi mümkün olmayan hususlar konuşulabilecektir. Ancak sorunun çözümü için geniş bir zamana, olgun ve kuşbakışı bakabilen bakışlara, iyi niyetli ve dirençli bir sabra ihtiyaç vardır. 21. yüzyılda hala bu sorunu çözememiş bir Türkiye'nin huzur bulması ve duruma katlanması artık mümkün değildir. Ortadoğu'daki gelişmeler, Suriye ve Irak'ın son durumundan dolayı da bu çatışmanın bir şekilde çözüme kavuşmuş olması gerekir. Zira bölgede artık yeni dengeler vardır ve çatışmaların devamı üç ülke için de ateşin üzerine benzin dökülmesi demektir.
7 Haziran seçimlerinden sonra koalisyon tartışmalarının sonuç vermemesi üzerine 1 Kasım tekrar seçimi yapıldı. Seçimde çatışma ortamının bunalımı ve artan çözümsüzlük üzerine toplumun güven arayışını iyi kullanan Ak Parti “istikrar” sloganıyla tek başına iktidarı sağladı. Çatışmaların artması ve Ankara katliamıyla ülkedeki buhran iyice arttı. Ülkedeki Çatışmanın artmasıyla güç kaybeden siyaset alanındaki HDP, önemli güç kaybına uğrayarak barajın altına düşmekten son anda kurtuldu. Çatışmaların devam etmesinin zaruri sonucu olarak her geçen gün güç kaybeden HDP, toplumun beklediği çatışmaları durdurabilecek önemli çıkışları yapamadı. MHP, milliyetçiliği sahiplenen Ak Parti ve Devlet Bahçeli’nin 7 Haziran seçimleri sonrası her konuda çözümsüzlüğe yol açan tavrı yüzünden vekil sayısının yarısını kaybetti. CHP ise toplum tarafından sorunların çözümünde önemli bir faktör olarak görülmedi ve oylarında kayda değer bir değişim yaşanmadı. Seçim sonuçları geçici Ak Parti hükümetinin çatışmayı devam ettiren politikalarına destek bulmasıyla sonuçlandı.
2016 yılına girildiğinde de devam eden ve her geçen gün artan şehir içine yayılan çatışmalar adeta bir savaş boyutuna geldi. Ordu’nun şehir içinde PKK’nın gençlik yapılanması YDGH tarafından kurulan hendek, barikatları imha etmeye yönelik girişiminde tankların da kullanılması dikkat çekti. Devlet ve PKK arasında il ve ilçelerde uzun süreli sokağa çıkma yasaklarına ve kadın, çocuk ölümlerine yol açan çatışmalar bölgede çok önemli maddi kayıplara, ekonominin çökmesine ve manevi açıdan ruhsal ümitsizlik ve kopuşlara neden oldu. Her iki tarafın güç gösterisine dönen çatışmalar devam ettiği her an için ve her olayla çözümsüzlüğün katlanarak artışına yol açmaktadır.
* “Kürt meselesi, bizim yani Türklerin menfaatine olarak da kat’iyyen mevzubahis olamaz. Çünkü mâlumu âliniz, bizim hudut-u millîyemiz dahilinde mevcut Kürt anasır o surette tavattun etmiştir ki, pek mahdut yerlerde haiz-i kesafettir. Fakat kesafetlerini kaybede ede ve Türk anasırının içine gire gire öyle bir hudut hâsıl olmuştur ki, Kürtlük nâmına bir hudut çizmek istersek, Türklüğü ve Türkiye’yi mahvetmek lâzımdır. (…) Binaenaleyh başlı başına bir Kürtlük tasavvur etmektense, bizim Teşkilât-ı Esasiye Kanunu mucibince zaten bir nevi mahallî muhtariyetler teşekkül edecektir. O halde hangi livanın ahalisi Kürt ise, onlar kendi kendilerini muhtar olarak idare edeceklerdir. Bundan başka Türkiye’nin halkı mevzuu bahis olurken, onları da beraber ifade etmek lâzımdır. İfade olunmadıkları zaman, bundan kendilerine ait mesele ihdas etmeleri daima variddir. Şimdi Türkiye Büyük Millet Meclisi, hem Kürtlerin ve hem de Türklerin sahibi salahiyet vekillerinden mürekkebdir ve bu iki unsur bütün menfaatlerini ve mukadderatlarını tevhid etmiştir. Yani onlar bilirler ki, bu müşterek bir şeydir. Ayrı bir hudut çizmeye kalkışmak doğru olamaz.” (Kaynak: Mustafa Kemal-Eskişehir-İzmit Konuşmaları (1923), Kaynak Yayınları, 1993, s. 104)
** Yenisey Kitabeleri’nden Elegeş Kitabesi denilen mezar taşındaki Göktürkçe yazıda şöyle denilmektedir: “Ben bey olduğum için Kürt ilinin hanı Alp Urungu’nun altın okluğunu belime bağladım. Otuz dokuz yaşında, yurduma doymadan, mavi semadan, güneşten, aydan, eşimden, oğlum sizlerden ayrıldım.” Yenisey Kitabeleri’ndeki bu ifade, iki şeyi ispat ediyor. Birincisi, Kürtler de Türk’tür! Zira o dönemde Türk olmayan hiç kimse bey olamazdı. İkincisi, Kürtler bütün diğer Türk unsurlar gibi inkârı imkânsız bir gerçektir. Bu kitabeden, Kürtlerin de Orta Asya’dan gelme bir Türk boyu olduğu kesinlik kazanıyor. (Mustafa Gökmen - Eski Türk Kitabeleri isimli kitabında bunlara atfen)
- M.Ö. 7. Yüzyılda Orta Asya’nın doğusuna hâkim Hunlar (Hiyung-nu) kolundan gelip, Tanrıdağlar bölgesine yerleşerek burada Karluk ve Abdal/Haptal (Heptalit) adıyla tanınan Oğuzlara karşılık; Saka (İskit) birliği içindeki Oğuzların Karlı-dağ/Yaylak bölgelerinde yaşayanlarına Kürt ve bunun benzeri adlar verilmiştir. Yani, Karluk/Abdal urukları, Hunlar kolundan olup; Kürtler ise Sakalar (İskitler) topluluğundaki yüce dağlar bölgesinde yaşayan Oğuzlardandır. (Kaynak: Prof. Dr. M. Fahrettin KIRZIOĞLU-Kürtlerin Türklüğü isimli kitap)
*** (Mezopotamya ekspresi- S. 153-Cengiz Çandar)