Son olayların etkisiyle Özlem Tür’ün Türkiye ve Filistin: 1908 – 1948 : Milliyetçilik, Ulusal Çıkar ve Batılılaşma başlıklı çalışmasını okudum. Konuya meraklı olan herkese salık veririm. Atatürk ile ilgili bölümünü alıntılıyorum:
“Türkiye suIhu teşkiIatIandırmak ve İran, Irak ve Afganistan'Ia devam eden sınır sorunIannı çözmek, bağımsızlık ve egemenIikleri vurguIayıp duyurmak amacıyIa 20 Ağustos 1937 tarihinde Sadabad Paktı'na imza attı (AkdevelioğIu/KürkçüoğIu, 2001: 366; Aras, 2003: 109). Paktın kuruImasının ardından Mustafa KemaI Atatürk, Bombay ChronicIe'da ilk defa Filistin ile iIgili doğrudan mesaj verdiği demecini yayımladı. Atatürk bu konuşmada şöyle diyordu:
Arapların Avrupa siyasetine nüfuz edemeyip bu sözde istiklal kelimesine inandıkları ve bu uğurda Arap memleketlerini Avrupa emperyalizmine esir kıldıkları çok şayanı teessüftür. Arapların arasında mevcud olan karışıklığı ve hoşnutsuzluğu kimse bizim kadar bilemez, Biz vakıa birkaç sene Araplardan uzak kaldık, fakat şimdi kendimize kafi derecede güvenip ve kudretimizi bildiğimiz için İslamiyet'in mukaddes yerlerinin Musevilerin ve Hristiyanların nüfuzunun altına girmesine mani olacağız. Binaenaleyh şunu söylemek istiyoruz ki; buraların Avrupa emperyalizminin oyun sahası olmasına müsaade etmeyeceğiz, Biz şimdiye kadar dinsiz ve İslamiyet’e lakayt olmakla ittiham edildik. Fakat bu ittihamlara rağmen Peygamber'in son arzusunu yani, mukaddes toprakların daima İslam hakimiyetinde kalmasını temin için hemen bugün kanımızı dökmeye hazırız. Cedlerimizin, Selahaddin'in idaresi altında, uğrunda Hristiyanlarla mücadele ettikleri topraklarda yabancı hakimiyet ve nüfuzunun tahtında bulunmasına müsaade etmeyeceğimizi beyan edecek kadar bugün, Allah'ın inayeti ile kuvvetliyiz. Avrupa bu mukaddes yerlere temerrük etmek için yapacağı ilk adımda bütün İslam aleminin ayaklanıp icraata geçeceğine şüphemiz yoktur.”
Orijinaline ulaşamadığım bu metnin önemi ortada. Ayrı, ayrıntılı analiz gerektiren bir metin. Biz, Türkiye’nin Filistin sorununa duyduğu ilginin derinliğini gösterdiğini vurgulamakla yetinelim. Tarihçesine burada girecek değiliz ama Türkiye Filistin sorununun çözümü için birçok kez aktif olmuştur. Her zaman doğru çizgiyi izlediğini söylemek güçtür elbette. Örneğin, 1948’de BM Filistin Uzlaştırma Komisyonu’nun üç üyesinden biri olması (diğer ikisi ABD ve Fransa) Araplarca eleştirilmiştir. Yakın tarihlerde bazı politikalarımız da israil cephesince eleştirilmiştir. Ancak Türkiye hem İsrail hem de Filistin ile yakın ilişki kurabilen tek bölge ülkesidir. İki tarafın da Türkiye’ye güvenebildiği dönemlerde diplomatik çabalarımızı daha rahat yürütebilmişizdir. İki tarafın da Türkiye’yi bir diyalog kanalı olarak gördüğü böyle dönemler az değildir.
Türkiye’nin konuyla ilgilenmesi meşrudur, tarihsel sorumluluk taşıdığı konulardan biridir. Dolayısıyla son olaylar üzerine devreye girmemiz yerindedir. İslam işbirliği Teşkilatı (İİT) Dönem Başkanı sıfatını kullanmamız da bence yanlış değildir. Benim nacizane tavsiyem, din kardeşliği adına değil, evrensel değerler ve uluslararası hukuk adına konuşulmasıdır. (Bu bakımdan, alıntıladığım konuşmayı eleştirebilirim. Ancak o dönem ve koşullar, belli ki , farklıymış.) Bugünkü koşullarda evrensel değerler adına konuşmak İİT dönem başkanlığının da ağırlığını arttırır. Dinsel değerleri ön plana almak sorunu dinler, kültürler arasında bir çatışma gibi göstermeye çalışanların (bunlar iki tarafta da var) ekmeğine yağ sürer. Kudüs uygarlıkların çatıştığı değil, barıştığı yer olmalıdır. Çözümün nihai vizyonu budur.
Esasen Filistin konusuna doğru yaklaşım da uluslararası hukuk açısındandır. Yakın ilişkiler içinde olmamız gereken İsrail, maalesef Filistin konusunda bir hukuk ihlalcisidir. Filistin topraklarında süren işgalinin yanısıra işgal kuvvetlerinin yapması gerekenleri yapmayıp Cenevre Konvansiyon ve Protokolları’nı da ihlal etmektedir. İşgal ve abluka altındaki bölgelerde insan hakları ihlalleri sürekli bir durum niteliğindedir. Son olaylar, konuyla ilgili özel anlaşmaların ötesinde, din ve vicdan özgürlüğünün, ibadet özgürlüğünün vahim ihlalidir. Vahametin insan kaybına yol açan yönünün yanısıra uluslarası barışı tehdit eden bir boyutu vardır. Bu bakımdan BM Güvenlik Konseyi’nde ele alınması gerekir. Anlaşılan gelişme bu yöndedir. Ancak uluslararası güç dengesi İsrail’den yana olduğu için BM’in konuyu kolayca çözümlemesi beklenmemelidir. İdeal olanı, BM’nin bir araştırma komisyonu kurması ve komisyonun raporuna göre hem güvenlik hem de ibadet özgürlüğü boyutlarını içeren bir düzenleme yapmasıdır. Bakalım, ne olacak?
ABD de, Rusya da, Avrupalılar da İsrail’in Filistin politikalarının yanlışlığının bilincindedir. Ne ki, bildiğimiz çeşitli nedenlerle İsrail’e gerekli baskıyı, hukuk ihlallerinin gerektirdiği yaptırımları uygulamazlar. Bu da, özellikle ABD ve Batı’nın insan hakları alanında çifte standart suçlanmasına yol açar. Batı’nın insan hakları eleştirilerine, baskılarına maruz kalan birçok üçüncü dünya ülkesi bu tür suçlamaları her fırsatta yaparlar. “Sen bana bir sürü lâf ediyorsun ama İsrail’e sesini çıkarmıyorsun. Hadi canım sen de!” derler. Ayrıca birçok radikal İslam hareketin çıkış noktalarında kullandıkları argüman söz konusu çifte standartlar olagelmiştir. İddia ediyorum: Filistin sorunu çözümlenmiş olsaydı bu kadar çok ve güçlü radikal İslam hareketi olmazdı. Uygarlıklar çatışması diye nitelenen birçok olumsuz gelişmenin altında Filistin sorununun çözümlenmemiş olması yatar.
Sorunun nasıl çözümleneceğini öngörmek güç. Ancak nasıl çözümlenemeyeceğini görüyoruz. Netanyahu’nun kafasıyla çözümlenmez. Hamas kafasıyla da çözülmez. İsrail’e yönelik varoluşsal tehditler, İsrail’in güvenlik ve terörle mücadele hakkı tanınmadan çözümlenmez. İsrail’in her yanlışını fırsat bilip eskilerin deyişiyle “kuvveden fiile geçen” anti – semitizm ile hiç çözülmez. İki tarafta da makul yöneticilere ihtiyaç duyulmaktadır. Bu bakımdan Filistin İsrail’den çok daha iyi bir noktadır. İsrail’deki muhataplarının ise, ne yazık ki, çözümü istedikleri bile şüphelidir. Körfez ülkelerinin İsrail’i İran’a karşı bir müttefik gibi görmeleri, Mısır ve Ürdün’ün asıl niyetlerinin belirsizliği de Netanyahu’nun lehinedir. Bu tablo karşısında, Türkiye’nin, İsrail düşmanlığına yol açmadan, İsrail’i bütünüyle hedef almadan, daha çok hükümeti eleştirerek evrensel değerler adına çıkış yapması gereklidir.
Netanyahu hükümetinin politikalarının Yahudi vatandaşlarımızla da ilgisi yoktur. Sinagoglarla ilgili olarak basında çıkan haberler doğruysa vahim nefret suçları işleniyor demektir. Savcıların derhal harekete geçmesi gerekir. Yasalarımıza göre sinagoga saldırıyla camiye saldırı arasında fark yoktur. Yahudi vatandaşlarımızla Müslüman vatandaşlarımız arasında da fark yoktur. Evrensel değerler adına konuşmak aynı değerlerin ülkemizde uygulanmasını gerektirir.