Oğuz Demiralp

17 Temmuz 2017

Kıbrıs, Kıbrıs

Filistin konusu gibi Kıbrıs da, özellikle Batı’nın kendi değerleriyle çeliştiği konulardan biridir

Kıbrıs görüşmeleri bir kez daha başarısızlıkla sonuçlandı. KKTC Cumhurbaşkanı’nın bu görüşmeleri çözüm için kendi kuşağının son çabası olarak tanımlaması başarısızlığa dramatik bir boyut kattı. Buna rağmen, uluslararası basın ve kendi kamu oyumuz bu kez konuya pek ilgi göstermedi. Başarısız sonuç nerdeyse doğal karşılandı. Bu tabloya bakarak, “Kıbrıs’taki iki halkın aynı çatı altında yaşamaları anlamında bir çözümden herkes umudunu kesmiş olmalı” diye düşünmek yanlış olmaz. Bence, yeni BM Genel Sekreteri de, konuya bir an önce çözüm bulmak için değil, konuyu bir an önce kendi öncelik gündeminden çıkarıp enerjisini başka işlere sarfedebilmek bastırdı. Guterres, ilgili tarafları iyi tanıyan kurt bir politikacıdır. Görüşmelerin sonuç getirmeyeceğini herhalde biliyordu.

Kıbrıs konusunda tırnak içinde çözümsüzlük, bir yandan uluslararası toplumun yanlış yaklaşımının, diğer taraftan ilgili tarafların temel yaklaşımları arasında görünür gelecekte aşılması olanaksız uyuşmazlıkların sonucudur.

Uluslararası toplumun yanlış yaklaşımının temelinde 1964 yılında alınan 186 sayılı BM Güvenlik konseyi kararı bulunmaktadır. Ada’yı adam etmesi için “Kıbrıs” hükümetine yetki veren bu karar, sırf rumlardan oluşan bir hükümetin tüm adanın temsilcisi sayılmasının yolunu açmıştır. Bu kararda BM Güvenlik Konseyi “Kıbrıs” yerine “meşru” ya da “anayasal Kıbrıs hükümeti” ibaresini kullanmış olsaydı, Kıbrıs sorunu bildiğimiz yönde gelişmezdi. İşte uluslararası hukukta tek bir kelimenin bile önemi!  186 sayılı karara “meşru” ya da “anayasal” kelimesini koyun, Yunan / rum cephesinin özellikle 1974’den beri kendi tezleri adına inşa ettikleri “uluslararası yasallık” binası birden çöküverir.

Ancak, 186 sayılı kararla ilgili bu yanlışın bir bilinçsizlik ürünü olduğu sanılmamalıdır. İş Kıbrıslı rumları savunmaya ve Türklerle rumlar arasında bir tercih yapmaya gelince, ABD, Rusya, İngiltere. Fransa  biliyor olmamız gereken nedenlerle ayrı safta yer alırlar, vurgularda, nüanslarda ayrılsalar, kararlara bir takım çekinceler koysalar da . (Ne yazık ki, Ermenistan konusunda da aynı fenomeni yaşarız.) Ancak, Kıbrıs konusunda rumlardan çok Kıbrıslı Türklerin haklı olduklarını bildikleri ve Türkiye’yi de fazla üzmemek için ileri gitmezler.

İngiltere, üç garantör ülkeden biri olarak ve tarihsel nedenlerle konunun peşini bırakmaz. Tavrı ikirciklidir. Adada Rum üstünlüğünü tercih ettiği bence açıktır. O ünlü referandumda hayır demelerine rağmen rumların AB üyesi olmasına İngiltere ses çıkarmadı. Bir ara, Türkiye’ye, “Verin Kıbrıs’ı, alın AB’yi” masalını anlattılar (sanki Almanya ve Fransa’nın Türkiye’nin üyeliğine muhalefeti Kıbrıs konusundan kaynaklanıyormuş gibi). Buna inananlar da oldu, ama gerçekler masallara üstün geldi.

Aslında, paradoksal olarak, Türkiye’nin üye olması kaydıyla, AB çatısı Kıbrıs’ın çözümü için uygun, belki de en uygun çatıdır. Ancak o çatının kurulması için Almanya ile Fransa’nın Türkiye’yi AB’ye doğru çekme dinamiğini yaratması, Türkiye’nin de AB normlarına uygun batılı bir ülke olmayı istemesi gerektir. Şimdilik bu hayaldir. Öte yandan, Türkiye’nin kendisi AB dışındayken Kıbrıs’ın tümünün AB’ye entegre olmasını içine sindirmesini beklemek gerçekçi değildir. Bu durumda Türkiye AB üyesi olana (?)  dek Kıbrıs’ta AB üyesi muamelesi görmesi çözüm olabilir ama süresi belirsiz bu denkleme de  rumlar, yunanlılar ve AB’nin yanaşmadığı anlaşılmaktadır.

Öte yandan, kanlı  Noel, Akritas planı, 1974 darbesi deneyimlerini yaşamış Kıbrıs Türk tarafının, Türkiye  garantisi ve korumasından vazgeçmesi bugünkü dünya ve Avrupa şartlarında mümkün değildir; Türkiye’nin vazgecmesi hiç mümkün değildir. Buna karşılık, Yunanistan ve Kıbrıslı Rumların Türkiye’nin isteklerini kabul etmeleri de, kendi açılarından mümkün görünmemektedir. Kim haklıdır, haksızdır, o ayrı bir konu. Ne yazık ki,  gerçekler ilgili taraflar arasında çıkar uzlaşmalarına bu aşamada izin vermemektedir.

1950’lerden beri süren Kıbrıs sorununun vardığımız aşamasında Ada’daki iki toplumun iç içe yaşamayacakları anlaşıldı, yanyana yaşayabilmeleri için ise uygun bir formül henüz bulunamadı. (Görünür gelecek için iki ayrı devletin tanınması en uygun çözümdür ama ne Batı ne de Rusya bunu kabul eder.) Bundan sonra ne olur ?  Belirsiz bir süre sonra müzakerelerin, şimdiye kadar varılan mutabakat noktalarını koruyarak yeniden  başlaması ihtimalini göz ardı etmemek gerekir. Türkiye’nin radikal bir tutum değişikliğine yönelmesi de akıllardan geçen bir ihtimaldir.

Sorunun en önemli yönü, KKTC’nin uluslararası toplumdan tecrit halinin devam edecek olmasıdır. Maalesef, Filistin konusu gibi Kıbrıs da, özellikle Batı’nın kendi değerleriyle çeliştiği konulardan biridir. Bu hususu anımsattığımız solcu bir Alman dışişleri bakanının, yunan / rum cephesini kasdederek, “Onlar bizden” demesini unutamam. KKTC’nin tecridinin uluslararası insan hakları hukuku açısından izahı hiç mümkün değildir. Bu koşullar altında Kıbrıslı Türk olarak yaşamak tarih önünde bir sınavdır. Müzakarelerde KKTC gerekeni yapmıştır. Vicdanları müsterih olmalıdır. Bundan böyle,  TC’nin KKTC  ile ilişkisinde  daha özenli davranması şarttır.  Kıbrıslı Türkün özelliklerini anlamak, onu kendimize benzetmeye çalışmamak gerekir. KKTC bizim için de tarihsel bir sınavdır. Bir zamanlar politikacılarımızın kullandıkları dili aklı başında olan herkes ayıpladı. KKTC’yi “iki arada bir derede” psikolojisine sokmamak özellikle dikkat etmemiz gereken bir husustur.