Dün ve bugün (13 / 14 Şubat) insanlık tarihinin en kanlı sayfalarından birinin, Dresden bombardımanının yıldönümü. 73 yıl önce İkinci Dünya Savaşı’nın son evresinde ABD ve İngiltere savaş uçakları Dresden kentine binlerce ton bomba yağdırdılar. Dresden barok ihtişamın cisimleştiği bir şehirdi. Yerle bir oldu. Dresden’in bombalanmadan önceki fotoğraflarını görünce ağlarsınız. Yaşayan insani tragedyaya daha çok üzülürsünüz.
On binlerce sivil öldürüldü. Sadece yerel halk değil, mülteciler, savaş tutsakları da gitti.
ABD / İngiltere cephesine bakarsanız, bombardıman askeri bir zorunluluk idi. Savaşı bir an önce kazanarak bitirmenin yoluydu. Aynı zamanda, Sovyetlere de geleceğe dönük olarak bir gövde gösterisi yapmak ihtiyacı duymuş oldukları anlaşılıyor. Buna karşılık, Dresden’in savaş alanı dışında olduğu için bombardımanın hiç de gerekli olmadığını savunanlar var.
Bu olay Alman belleğinde derin bir yaradır. Kolay kolay da kapanmayacaktır. Bugün hâlâ ateşli şekilde tartışılmakta, olayın kanlı anıları özellikle aşırı sağ gruplarca siyasi amaçlarla istismar edilmektedir.
Bir savaş ivme kazanmaya görsün, insanlar aç kurtlardan beter oluyor. Kurtlar karınları doyunca durur. İnsanların gözlerini kan bürüyünce doymak bilmiyorlar. Kan dökmeye bayılıyor eşref – i mahlukat (bu deyim Kuran – ı Kerim’de yoktur). Ne insan hayatına, ne de kültür mirasına saygı kalıyor.
Faciayı savaş tutsağı olarak bulunduğu Dresden’de bizzat yaşayıp sağ kalmış olan Victor Gregg “Dresden: Bir sağ kalanın öyküsü” kitabı, sadece belleğimizi diri tutmanın önemini anımsatmakla kalmaz, yüreklere ve akıllara hitap eder. Bu faciadan ders çıkarılmasını ve İngiltere hükümetinin özür dilemesini ister. Sivil halkın ölümüne, kentin yıkımına yol açan bu bombardımanın bir insanlık ve savaş suçu olduğunu öne sürer.
Gregg, yazılarında, kendisi gibi Dresden’de savaş tutsaklığı yaşamış ve bir mezbahada yeraltı hücresine kapatıldığı için canını kurtarmış olan Kurt Vonnegut’un ünlü romanı “Mezbaha – No. 5”e de gönderme yapmayı ihmal etmez elbette. Romanın bir yerinde bu olay için “Avrupa tarihindeki en büyük katliam” lafı edilir.
İngiltere ve ABD özür diledi mi, bilmiyorum, ama bombardımanın hukuk açısından tartışılması sürüyor. Soykırım olduğunu öne sürenler de var. Ancak, buna karşı çıkanlara göre, bir savaş sırasında savaşan ülkelerden birinde bir şehri bombalamak, yüz binlerce insanının ölümüne yol açsa bile meşrudur. Gördünüz mü hukuki inceliği? Elbette, bu anlayış, İkinci Dünya Savaşı sonuna doğru bombalanan nice Batı Avrupa kentinde olanlara, can ve mal kayıplarına da aynı şekilde bakıyor. İş sonunda Hiroşima ve Nagazaki’ye kadar vardı. Bunlar, soykırımın teknik tanımına sokulmasa da, bal gibi insanlık suçudur, katliamdır. Savaşı kazanmak bakımından böyle şeyler yapmanın zorunlu görülmesi (ya da olması – biz bilemiyoruz) insanlık tragedyasının boyutlarını daha da büyütmektedir: Öldürmeyi önlemek için öldürmek.
Dresden bombalamasında ölenlerin sayısı ayrı bir tartışma konusu. Bu sayıyı bir tarihçiler komisyonu 30 bin civarında belirlemiş. Oysa yerel halka göre, tarihçilerin sayısını onla çarpmak gerek. Bir yorumcu, Dresden faciasında ölenlerin ailelerinin tarihçilerin sayısına hiç bir zaman inanmayacaklarını, kendi inançlarını koruyacaklarını öne sürüyor. Ne ilginç değil mi?
Düşünüyorum da, ya biz de İkinci Dünya Savaşı’na girseydik ve başımıza böyle bir şey gelseydi? Olabilirdi.
İnönü bütün bunları düşünerek bizi savaş sokmadı. Savaş yıllarında, bazı siyasilerin bugün bile istismar ettikleri sıkıntıları, Türkiye bir kez daha istila ve işgale uğramasın diye çektik. Rahmetli İnönü’yü yermek kolay, hele şimdi nerdeyse moda oldu vefasızlar arasında. Ancak Lozan’ı imzalayan o. AB (AET) ile Ankara Anlaşması’nı imzalayan da o. Demokrasiyi başlatan da o. Ne ki, birçok kişi hâlâ İnönü’nün önemini idrak edemiyorlar. Dolayısıyla Tanpınar’ın İnönü hayranlığını da, Huzur romanını da anlayamıyorlar.