Davos kapitalizmin yıllık karnavalıdır. Büyük patronlar ya da temsilcileri, önemli CEO’lar, çeştili entelektüeller her yıl bu ufacık dağ kasabasında bir araya gelir, doğanın soğuğuna karşı birbirine sokularak kapitalizmin ateşinde ısınırlar. Medya da bu ısıyı yerküreye yaymaya çalışır. Bu küresel üst kümeye bir Fransız toplumbilimci hiper – burjuvazi demişti. Önemli siyasi liderler, politikacılar da Davos’a koşa koşa gelirler, kendilerini hiper burjuvaziye beğendirmeye çalışırlar, hem ülkelerine yatırım çekmek, hem de koltuklarını sağlamlaştırmak için. Bu arada hazır aynı yerdeyken, biribiriyle görüşür liderler. Davos’da görüşmek bir başkadır.
Davos, kapitalist sistemin özeleştiri yoluyla kendini ayakta tutma, yenileme çabasını sürdürdüğü kanallardan biridir. Davos toplantılarını hazırlayan Dünya Ekonomik Forumu adlı kuruluş da yakından izlenmesi gereken önemli çalışmalar yapar. Gerçekçilik adına, her ülkenin Davos’ta olmasında, ne olup bittiğini izlemesinde yarar vardır.
Geçen yıl Davos’un yıldızı Çin Devlet Başkanı idi. Serbest ticareti, açıkçası küresel kapitalizmi savundu, pek beğenildi. Ne tuhaf değil mi? Küresel kapitalist sistemi savunmak bir komüniste düştü. Kapitalizm böyledir işte! Batı’da demokrasi, Körfez’de şeriat, Çin’de komünizm, Rusya’da otoriter rejim kisvesine hiç sıkıntı çekmeden bürünüverir (Bizim, bu dört gruptan birincisinde kalmamız iyi olur.)
Bu yıl Davos’un yıldızı Macron oldu. Napolyon’un torunu “Fransa geri geldi” (France is back) mesajını başarıyla verdi, hem de, Fransız geleneğine aykırı bir şekilde, konuşmasının büyük bölümünü İngilizce yapmaktan çekinmeyerek. Konuşması çok beğenildi. Ancak, Fransa geri geldi mesajının henüz Avrupa geri geldi anlamını taşıyamaması eksik bulundu. Gelecek yıl Macron muhtelemen Merkel ile birlikte bu mesajı verebilirlerse, bir ara bizim, “Oh olsun, batsın bu Avrupa Birliği” dediğimiz antite geri geldiğini teyit etmiş olacaktır.
Trump kapanış oturumunda konuştu. Daha çok ilgi çekmek için açılışta konuşması gerekirdi. Sönük ama zararsız bir konuşma yaptı. Soru - yanıt bölümünde gene saçmaladığı görülmekle birlikte (Trump, yazılı metnin dışına çıkınca kendini tutumayıp atıp tutanlar sınıfından), konuşmasının zararsız olması bile önemliydi.
Trump dünya ticaretinin serbest ve adil (free and fair trade) olmasını gerektiğini savundu. Kulağa hoş geliyor, ama komik. Ticaret dediğin, üç kuruşluk malı beş kuruşa satmak, beş kuruşluk malı üç kuruşa almak becerisidir. Bunun adaleti olduğu pek görülmemiştir. Küresel ticaret kuralları, kimse birbirine güvenmediği için, karşılıklı kazıklamayı mümkün olduğu kadar kontrol altında tutmak için yapılır. Mevcut kuralların oluşmasında AB’nin büyük rolü olmuştur. AB dış politika alanında önemli bir aktör değildir, ama dış ticaret alanında birkaç baş aktörden biridir. Dolayısıyla kolay kolay çözülmez. Brexit’in büyük hata olduğunu öne sürenlerin gerekçelerinden biri de budur.
Trump’un konuşmasının olumlu bir yönü, Trans pasifik serbest ticaret anlaşmasına (TPP) dönebileceği işaret vermesi oldu. Bu anlaşmanın en önemli özelliği Çin’i dışarıda bırakmasıdır. Hem Çin’in rekabetinden şikayet edeceksin, hem de TPP’dan çıkarak Çin’in ekmeğine yağ süreceksin. Trump’un, yaptığı yanlışın yavaş yavaş farkına vardığı anlaşılıyor. Kanada’nın diğer TPP imzacılarını kendi etrafında toplayarak bu anlaşmayı yaşatmaya yönelmesi de Trump’ı etkilemiş olabilir. Kanada, bir yandan TPP’yi topalarmaya çalışırken, öbür yandan AB ile yaptığı ticaret anlaşması (CETA) yaptı. Kanada doğru yolda. ABD de Obama öneminde aynı yoldaydı, ancak Trump yoldan çıkardı. Oysa Çin’in de, Rusya’nın da, Hindistan’ın da (onlar da serbest ticareti savunuyorlar artık) kapitalizimi benimseyerek çalışmaları karşısında, Batı’nın bu tür bütünleşmelere, hele Dünya Ticaret Örgütü’nden sonuç alınamadığı bir dönemde çok ihtiyacı var. Trump zamanla bunu anlayabilir.
Bize gelince, üst düzey iş insanlarımızın liberal ekonomiden yakınmaya başlamaları çok ilginç. Birilerinin bunu analiz etmesi gerek. Öte yandan, durum malûm: Orta Doğu bataklığına saplandık, AB ile gümrük birliğini bile güncelleyemiyoruz. Barış Pirhasan’ın dediği gibi, “Tarih Kötüdür”, hattâ acımasızdır.