“Türkün Türk’ten başka dostu yoktur.” sözünü hepimiz biliriz. Tarihte geçirdiğimiz acı tecrübelerin ürünüdür bu söz. Son ikiyüz yıldır Araplardan yediğimiz kazıklar da bu sözün oluşmasına katkı yapmış olabilir. Öte yandan, “Arabın Araptan başka dostu yoktur.” diye bir söz olmaması da tarihi tecrübelerin ürünüdür. Araplar arasında çekişmeler, kavgalar bitmez. Bugün de bakın geniş Arap coğrafyasına, kimi silahlı, kimi siyasi, nice ihtilaf görürsünüz. Örneğin, bize uzak düşen Fas ile Cezayir’in biribiri hakkındaki demeçlerini bir dinleseniz, savaşmak üzere olduklarını düşünürsünüz. (Neyse ki, bu iki ülke bize uzak, yoksa oralara da çekidüzen vermeye kalkışırdık.)
Bizim dış politika literatürümüzde, Araplar arasındaki ihtilaflara karışmamak yönünde bir fikir olması da Arapları yüzyıllardır tanımamıza dayanır. Onun için bu fikri kim işitse ilk tepkisi “çok doğru!” demek oluyor. Ancak bu “ çok doğru” fikri uygulayabildiğimiz dönem pek olmamıştır. Olaylar bizi, özellikle bize yakın bölgelerdeki araplar arasındaki ihtilaflarla ilgilenmeye mecbur bırakmıştır. Dolayısıyle, başka bir vesileyle, bu fikri “Araplar arasındaki ihtilaflara ulusal güvenliğimizi ve çıkarlarımızı ilglendirdiği ölçüde karışmak gerekir.” diye yeniden formüle etmeye çalışmıştım. Tersinden okursanız, ulusal güvenliğimizi ve çıkarlarımızı ilgilendirmiyorsa Araplar arası ihtilaflara karışmamak gerekir. İster istemez bazı ihtilaflara karışıyoruz. Ancak bölgede yeni Osmanlı düzeni kuracağız hayaliyle yapılmış olan girişimler saçmadır. Sonuçsuz kalmıştır. Araplar arası ihtilaflarla, bizi olumsuz etkilemesin diye ilgilenmemiz gerçekçi değerlendirmelere oturmalıdır, ham hayallere değil.
Şimdi de gündemimize Katar sorunu girdi. Bizim çıkarlarımızı çeşitli açılardan ilgilendiren bir sorun olduğu için kayıtsız kalmamız doğru olmazdı. Sorunun bir an önce çözülmesi için çaba göstermemiz de gereklidir. Ancak o çabayı nasıl göstereceğimiz önemlidir. Devletler arasındaki ihtilaflara çözüm aramak, hele arabuluculuğa kalkışmak, kavga eden iki tanıdığımız kişiyi barıştırmaya çalışmaktan biraz farklıdır.
Yeri gelmişken vurgulayalım: uluslararası ilişkilerde arabuluculuk nerdeyse ayrı bir uzmanlık dalıdır. Arabulucu olmanız için ille de güçlü, etkili, bölgede sözü geçen bir devlet olmanız gerekmez. Çoğunlukla, güvenilir, tarafsız kalacakları kesin, sessiz çalışan, arabuluculuk tecrübesine sahip üçüncü ülke tercih edilir. Norveç ve İsviçre bu tür ülkelerdendir. Nitekim, biz de iki ayrı konuda bu iki ülkenin hizmetlerine ayrı ayrı başvurduk. Bazen kuvvetli bir üçüncü devlet, ihtilaf halindeki tarafları zorla barıştırır ama bu tür uzlaşmalar genellikle kalıcı olmaz.
Arabuluculuğa kalkışmak için taraflara eşit mesafelerde kalmanız, kamuya mümkün olduğu kadar az konuşmanız, iki tarafın da güvenini kazanmanız gerekir. Eğer taraflardan birinin avukatlığını yaparsanız, taraflardan birini mağdur ilan ederseniz aralarını bulmanız pek kolay olmaz.
Şimdiye kadar Katar’ın savunuculuğunu yapmamız sorunun çözümüne katkı olanağımızı güçlendirmedi. Nitekim, Dışişleri Bakanımız bunu görmüş olmalı ki, tarafsızlığımızdan söz ediyor. Ancak, Türkiye ile Katar arasındaki yoğun ilişkinin herkes farkında. Gizli kapaklı ilişkilerimiz olduğu bile ileri sürülüyor (Türkiye’nin imajına katkı yapmayan bu iddialara karşı açıklama yapmak gerekir.). Dolayısıyla önceliğimizin Katar ile ilişkimizin getirilerini korumak olduğunu da herkes görüyor. Suudilerle destekçilerini karşımıza almadan bu işi götürmek gerekir. Katar’ın da kendini haklı göstermek için bizi kullanmasına izin verilmemelidir. Bunları şimdiye kadar yapabildiğimiz pek söylenemez. Örneğin asker gönderme işi. Ne yani? Suudilerin kafası kızar, bir hukuki bahane bulup Katar’a girerse Türk askeri Suudilere karşı savaşacak mı?
Ne Suudiler, ne Katar , ne de diğer Körfez ülkeleri...Hiç biri sütten çıkmış ak kaşık değildir. Ne insan hakları ne de demokrasi bilirler. Ancak paradan çok iyi anlarlar. Suudiler mahallenin dayısıdır. İkisi de vahabi olan Suudilerle Katar arasında çok özel bir ilişki vardır. Suudiler açısından bu bir biat ilişkisidir. Katar’ın Arap baharındaki rolü, Müslüman Kardeşlerle ilişkisi, Suriye’ye fazla karışması, İran ile diyalog araması, parasal gücünü kullanarak Batılı ülkelerle yakın ilişkiler kurması gibi bağımsız davranışları Suudileri öteden beri rahatsız ediyordu. Mısır ile Katar arasındaki sıkıntılar, Selefilerle Müslüman Kardeşler arasındaki acımasız rekabet işin cabasıydı. Bu büyük krizin bir gün çıkacağı belliydi. Hatta Katar’dan Vahabi camiinin ismini değiştirmesinin istenmesiyle bir hafta önceden kriz işaretini verdi. Gördüğüm kadarıyla, Suudiler, Katar’ın özür dileyip, el öpmesini, uslu duracağına söz vermesini bekliyorlar. Katar da bunu yapmaya yanaşacağa pek benzemiyor. İlk bakışta krizin uzun sürebileceği izlenimi alıyorsunuz. Ancak, bunlar Arap ülkeleri. Bakarsınız, birdenbire barışmış, şapur şupur öpüşüyorlar, siz de ofsaytta kalmışsınız. Onun için dikkatli olalım. Çeşitli görüşmelerde neler konuşulduğunu bilmediğimiz için “şunu yapın, bunu yapın” diyecek halimiz yok ama “dikkat” diplomasinin temel bir ilkesidir. Şimdilik o ilkeyi vurgulamakla yetinelim. Orta Doğu’da bir kez daha diplomatik başarısızlık yaşamayalım.