23 Nisan’ın nasıl kutlanacağını göreyim de öyle yazayım istedim.
Yüzüncü yıldönümden son ediyoruz. Yüz yıl unutulmayacak kadar görkemli bir kutlama gerekirdi. Cumhuriyetin ilanı kadar önemli bir olayın yıldönümü. Meclis sözcüğünün Türkçesi Kamutay’dır. Kamunun bir araya geldiği alan demektir. Aslında meclis sözcüğünün anlamını Arapça'dan, Frenkçe'den aldığımız sözcüklerden çok iyi daha anlatır. Meclis, kongre, asamble, parlamento gibi sözcüklerde sadece bir araya gelme anlamı vardır, kamuya atıf bulunmaz. 23 Nisan 1920 günü ülkesinin işgal altında olduğunu ve bir an önce kurtarılması gerektiğini düşünen kesimlerin hepsi kamu olarak bir araya gelmiştir. Kurulan bu yasama organı halkın temsilcisi olduğu için yeni düzenin orta direği olarak kabul edilmiş, Kurtuluş Savaşı boyunca da öyle işlemiştir. Tarihte bunun başka örneği var mıdır acaba?
Ne yazık ki Türkiye açısından varoluşsal anlam ve önem taşıyan bu günü istediğimiz gibi parlak şekilde kutlayamadık. Bunun ilk nedeni salgın hastalık elbette. Ancak, salgın olmasaydı gerçekten büyük bir kutlama yapar mıydık? Yasama organının nerdeyse işlevsizleştirildiği bir dönemden geçiyoruz. Bu kadar geri plana itildiği bir dönemde Meclis'in kuruluşunu kutlamak biraz ironik geliyor. Ayrıca, Atatürk’ün başkanlığını yaptığı ve Cumhuriyetin yolunu açan bir Meclis'ten söz ediyoruz. Gönülden bir yıldönümü kutlaması için Atatürk ve Cumhuriyet sevgisini de içselleştirmiş olmak gerekir.
23 Nisan'larda benim aklıma 1877 -78 Meclisi de gelir. O tarihlerde böylesine bir demokrasi deneyimi bugün anlamakta zorluk çekeceğimiz kadar büyük ve ilerici bir adımdır. Ne yazık ki, II. Abdülhamid Sultanımız o meclisi türlü bahanelerle kapatmıştır. Ben Abdülhamid’e olumlu ya da olumsuz yönde kafayı takanlardan değilim. Artısı eksisiyle tarihi bir kişilik. Günün birinde onu nasıl gördüğümü yazacağım. Ancak şunu söyleyeyim: Necip Fazıl’ın Atatürk’e karşıt kutup olsun diye ortaya attığı Abdülhamid figürü kötü niyetli bir hayal mahsülüdür. Cumhuriyet ve Atatürk hasımları mal bulmuş mağribi gibi bu hayali figüre sarılmıştır. Yazık!
Abdülhamid meraklıları "keşke İttihat ve Terakki onu devirmeseydi, kim bilir bugün nerelerde olurduk" derler. Kendine liberal diyen bazı kişiler de "Keşke İttihat ve Terakki yerine seçimle Prens Sabahattin gelseydi. Kim bilir bugün ne kadar demokratik olurduk?" derler. (Hatta bu fikir önemli bir romanda bile dolaylı işlenmiştir.) Cumhuriyet ve Atatürk ile zihinsel barışma yaşamaya yatkın olmayan bu kesimlerin hiç biri "Keşke Abdülhamid ilk meclisi kapatmasaydı" demezler. Bunlara karşılık ben de "Keşke Abdülhamid ilk meclisi kapatarak demokrasi deneyimimizi kesmeseydi" diyorum. 1878’in Sevgililer Günü'nde (14 Şubat) Abdülhamid Meclis'e paydos diyerek, Türkiye’de demokrasinin önüne ilk büyük engeli çıkarmış ve tek adam yönetimiyle gelecek açısından çok kötü bir örnek yaratmıştır.
Oysa ilk Meclis'in en azından denetim görevini o günün koşullarına göre yapmaya çalıştığı ilgili kaynaklardan anlaşılmaktadır. Örneğin, bu ilk meclisimizde, 7 Haziran 1877 günü Hükümetin Ruslarla savaş dolayısıyla iç borç isteği ele alınmış. Üyeler hükümeti beceriksizlikle suçlamış. Meclis istenilen kredi konusunu araştırmak üzere bir komisyonunun kurulmasına karar vermiş. Başka bir vesileyle, Sultan’a yakın olarak bilinen ünlü Banker Zarifi’nin devlete verdiği borçlar eleştirel biçimde görüşülmüş. Fazla denetimin iktidarı rahatsız ettiği görülmektedir. Meclis’in "tatil edilmesinin" resmi nedenlerinden biri de "İşlerin daha seri yapılabilmesi için"dir. Ne ilginç değil mi? Aklınıza bir şeyler gelmiyor mu bu gerekçeyi işitince?
Demokrasinin geleceği tek adam yönetiminde değil, yasama organının güçlendirilmesindedir, gerçek bir erkler ayrılığındadır. Cumhuriyeti demokrasiyle ancak bu yoldan taçlandırılabilir. Biz tam tersine gittik. Dolayısıyla 23 Nisan günü en azından benim içim buruktu. Çocuklar gibi neşe içinde, yani olması gerektiği gibi kutlayamadım 23 Nisan’ı. Umarım, çocuklarıma, torunlarıma nasip olur öyle bir kutlama.