Kaç yıldır artık yıkıntılar arasında yaşıyoruz bilmiyorum. Geçenlerde bir arkadaşım Sur’da bir yerden geçerken “burada eskiden şöyle bir ev vardı, hatırlıyor musun?” diye sordu. Dehşet içinde fark ettim ki hatırlamıyorum. Sanki uzun yıllardır bu yıkıntılar var, uzun yıllardır yıkıntılar arasında yaşıyormuşuz gibi…
Yine öyle hüzünlü bir Diyarbakır günü. Kayyımın her 10 metreye astığı “Her şey Diyarbakır için”, “İsteyince oluyor”, “Diyarbakır’a hizmet etmekten onur duyuyoruz”, “Daha güzel bir Diyarbakır için çalışmalarımız devam ediyor”, “İşimiz gücümüz Diyarbakır”… pankartları arasında Sur’a giriyorum. Önce yıkımın geldiği boyutu net görebilmek için yüksek bir binanın çatısına çıkıyorum. Karşımda yasağın hala devam ettiği, artık dümdüz bir arazi olan Xançepek (Gavur Mahallesi) var. Dört Ayaklı Minarenin arkasından itibaren bomboş bir arazi ve bu arazinin içine yeni yapılan saçma sapan beton birkaç ev. Öfke ve sızı her yanımı kaplıyor. Hemen sağda üstü Türk bayrakları ile kaplı, girmenin hala yasak olduğu Keçi Burcu görünüyor. Sadece 2 yıl önce Keçi Burcunun üzerinde kahve içtiğimizi düşünüyorum. Burcun çıkıntılarından Hevsel’e bakmak çocuklarımın en büyük keyiflerinden biriydi… Sızım ve öfkem artıyor.
Sırtımı dönüyorum Xançepek’e. Şimdi karşımda başka bir yıkım görünüyor. Alipaşa’nın yıkımı bu. Yeni yapılan karakolların arasında kamyonlar kepçeler çalışıyor. Uzun yıllar Alipaşa’da yaşamış olan annem bir Alipaşa türküsü söylerdi sık sık. Hatırlamaya çalışıyorum, hatırlayamıyorum.
Öfkeyle iniyorum çatıdan. Alipaşa yıkım alanına doğru hızlı adımlarla yürüyorum. Bir bölüm tamamen dümdüz olmuş. Bir bölümde ise yıkım devam ediyor. Yıkıntılar arasında, molozların üzerinde, bir taştan diğerine atlayarak yürüyorum. Benim dışımda yıkıntılar arasında bilye oynayan 5-6 çocuğa rastlıyorum. “Vuramaz abla” dedikleri çocuk, bilyeleri tam ortadan vuruyor. Çocuk gülüşleri arasında ilerliyorum.
Boş alandaki yarı yıkık evlerin içinden tarih fışkırıyor. Tarihi ev değil diye yıktıkları yapıların çoğunun ya duvarları, ya mutfakları, ya da bir bölümü tarihi. Zaten yıkıntıdan bile bu belli oluyor. Yıkıntıların yanından sağa doğru ilk sokağa giriyorum. Yaşlı bir adam 2 kızı ile kapının önüne kürsü atmış oturuyor. Oturduğu yerden yıkıma bakıyor. “Size bir bilgilendirme yapıldı mı?” diye soruyorum. “Hayır” diyor ve ekliyor: “Ben Diyarbakır’ın yerlisiyim, bütün hayatım burada geçti. Şimdi yıkıyorlar tek bir bilgi bile vermeden. Kafanı kaldırdın mı copu yiyorsun.”
Aşağı doğru ilerliyorum. Eski meydanı arıyorum, yıkıntılar arasında bul ki göresin! O arada bir evin bahçesinde kürsü atmış oturan bir grup gence rastlıyorum. “Abla arama” diyor içlerinden biri, “her yeri yıktılar”. “Ama daha birkaç ay önce …” diyecek oluyorum. “Çok hızlı yıkıyorlar abla, çok hızlı…” Gençler çeşit çeşit güvercin besliyorlar. Bir genç, “Düşünsene Abla, burası binlerce yıldır vardı, 3 ay önce bile, ama şimdi yok” diyor. YOK lafı kulağımda yankılanıyor. YOK! YOK! Bu mahallede kadınlarla tandır yapardık, artık YOK! Belediyenin kurduğu çamaşır evleri artık YOK! Dut ağaçları YOK! Küçeler YOK! Evler, yaşamlar YOK! Alipaşa’da tek görünen koca bir yıkıntı ve bu yıkıntının içinde hala ayakta kalmaya çalışan bir avuç insan. “Siz ne yapacaksınız?” diye soruyorum gençlere. “Biz Alipaşa’dan başka bir yer bilmiyoruz, doğrusu nereye gideceğimizi de bilmiyoruz” diyorlar.
“Tüm hayatımız boyunca çalıştık bir ev yaptık, onu da devlet yıktı”
Yıkımın başladığı ilk günlerde tanıştığım, kızıyla bir evde yalnız başına oturan kadının evine uğruyorum. Onun evinin bulunduğu bölge ilk aylarda yıkılmış ama o evinden çıkmamak için aylarca direnmişti. Beni görünce “Artık çıkıyorum” diyor. Melikahmet’te bodrum katında bir ev tutmuş. “Hata bizim belediyede, devleti bir kez buraya sokmayacaktı” diye ekliyor. “İnsanlar mücadele ediyor yıkımı durdurmak için, platform kuruldu” diyorum. “Etseler ne olur, sonuç?” diyerek bana dümdüz edilen alanı gösteriyor. Öfkem ve sızım yine depreşiyor.
Onunla vedalaşıyorum. Yıkımın devam ettiği alanların bir kısmı yeşil plastik barikatlarla çevrelenmiş. Evi ve dükkânı yıkılınca, bu barikatların hemen yanında çadırını kuran Mevlüde Teyzeye uğramaya karar veriyorum. Mevlüde Teyze 4 çocuğu ile bu çadırda yaşıyor uzun zamandır. Bir ara çadırının önünde karpuz satıyordu. Bu sefer karpuzları göremiyorum. Çadırın önünde kilolarca pörsümüş salatalığı doğruyor Mevlüde Teyze. Tavukları için doğruyormuş. Kızı da içerde salça yapıyor. “Devlet evim ve dükkânımın karşılığında bana 41.000 lira verdi. Ama bu para ile bir ev gelmiyor. 400 TL.lik kiralar da 800 TL.’ye çıktı. Nereye gideyim?” “Peki bu çadırı da yıkarlarsa?” diye soruyorum. “O zaman gidip başka yerde çadır kuracağım” diyor. “Tüm hayatımız boyunca çalıştık bir ev yaptık, onu da devlet yıktı. Çocuklar da çalışmıyorlar, iş yok.”
Yıkım, çadır, tavuklar, duvarın dibine dizilmiş yıkılan evlerden çıkarılan kapılar, pencereler, demirler… Tüm bunlara bakarken “Tanrı nerede Mevlüde Teyze?” diye soruyorum. “Tanrı bizi görüyor kızım, merak etme” diyor her zamanki gülümsemesiyle.
O sırada el arabasıyla bir adam geçiyor, yıkıntılar arasında sebze meyve satıyor. Hemen karşımda yaşlı bir kadın, yıkıntıların içinde kalmış evinin önünü süpürüyor.
Ne yıkım ne de yaşam durmuyor. Memleketimde yaşam uzun süredir yıkıntılar arasında devam ediyor…