Nurcan Baysal

27 Şubat 2016

Sur tanıklığı – III

Tanklar,toplar,zırhlı araçlar, Range Roverlar, özel timler, korucular, kum torbaları, barikatlar arasında Sur

Diyarbakır

Bugün günlerden 26 Şubat 2016.

Yine Suriçi’ndeyiz. Bugünkü Suriçi nöbetimizde İstanbul’dan Şemsa Özar, Gürhan  Ertur ve Ankara’dan  Ercan İpekçi bizlerle. Diyarbakır’da bugün hava güzel, bu güzel havanın Suriçi’ne de yansıması olmuş, sokağa çıkma yasağı olmayan mahallerde az da olsa açılan dükkân ve işyerleri var.

HDP milletvekili Sibel Yiğitalp’ten son gelişmeleri aldıktan sonra, yakınları bodrumlarda olan ailelerle görüşüyoruz.

Fatma’nın 12 yaşındaki küçük oğlu tek başına içeride kalmış. Fatma bir yandan ağlayıp bir yandan da bize olanı biteni anlatmaya çalışıyor:

“Daha küçüktür, okula gidiyordu. Biz Sur’da oturmuyoruz, oğlum Sur’da yasağa 17 saatlik mola verildiği gün (2 Aralık)  okuldan gelince merak edip Sur’a gidiyor, o gün yasak tekrar başlayınca orada kalıyor, bir daha çıkamıyor. 10 gün sonra bizi bir adamın cep telefonundan aradı, ‘merak etmeyin, içeride kaldım bir adamın yanındayım’ dedi. Oğlumdan neredeyse 3 aydır haber alamıyoruz. Daha 12 yaşında oğlum. Bu küçük çocukların günahı, suçu nedir?”

Fatma 3 aydır her gün sokağa çıkma yasağının başladığı 4 ayaklı minarenin yanına kadar gelip sokak başında oğlunu bekliyor. 

Fatma ile konuşurken başka bir kadının daha ağladığını fark ediyoruz. Onun da 12 yaşındaki çocuğu bodrumdaymış.

“Çocuğumla telefonda konuşabildim. ‘Gelin sizi bekliyoruz, bizi buradan kurtarın’ dedi. Sokağa gidiyorsun, tam yanındasın, birkaç yüz metre ötende evladın ve alamıyorsun, böyle bir dünya var mı? Yanına kadar geliyorum, çocuğumu çıkaramıyorum.”

Başka bir ana cevaplıyor: “Var, var o dünya, adı Kürdistan.” Bu kadının bir oğlu cezaevinde, biri dağda, kardeşini yıllar önce devlet katletmiş. Devam ediyor:

“92’de de yaktılar, binlerce aileyi ateşe attılar, ne oldu? Evren, Çiller hangisi ceza aldı? Ama bu yaptıkları bunca yıl yapılan her şeyin tuzu biberi oldu. En felaketini yaptılar. Dünyada tarihte her zaman savaş olmuş, hiçbir zaman camilere mekânlara böyle saldırı olmamış.”

O sırada geçen hafta bodrumdan çıkan gazeteci Mazlum Dolan’ın babası yanımıza geliyor:

“1000 yıldır bize Türk-Kürt kardeştir deniyor, biz kardeş değiliz. Böyle kardeşlik olmasın. Binlerce yıllık tarihimiz, kültürümüzü, hayallerimizi yıktılar. Ve Batıda kimse sormuyor devlete, ‘sen ne yapıyorsun’ diye. Kardeşlik diyen gelip burayı görsün”.

Bir kadın ekliyor:

“Bunu yapanların da evi olmayacak. Ev yıkanın evi olmaz. Hepimiz aynı gemideyiz.”

Aileleri bırakıp Suriçi’nde tanklar, toplar, zırhlı araçlar, Range Roverlar, özel timler, korucular, kum torbalarıyla tahkim edilmiş polis noktaları, barikatlar…  arasında dolaşıyoruz. İnsanlarla, esnaflarla sohbet ediyoruz. Bazı esnaflar “sadece açmak için açıyoruz, açıyoruz ki umut olsun…” diyorlar. İnsanlar birbirine umut aşılamaya çalışıyorlar.

Diyarbakır Valiliği bugün saat 15.30-17:00 arası güvenli bir tahliye koridoru oluşturacaklarını duyurmuştu. Saat 15:30’dan itibaren barikatların olduğu noktada, içeride çocukları, akrabaları olan ailelerle birlikte biz de bekliyoruz. İçeridekilerin çıkması için sık sık anonslar yapılıyor. Tahmin ettiğimiz gibi oluyor. Kimse bodrumlardan bugün de çıkmıyor.

Herhangi bir güvence olmaksızın insanların bu bodrumlardan çıkması zor görünüyor. Oluşturulacak bir sivil heyet bu güvenceyi kısmen de olsa sağlayabilirdi. Ancak devlet yetkilileri buna yanaşmıyorlar. 

Bugün de çocuklar, yaralılar, evlatlar, analar, babalar bodrumlardan çıkarılamıyor. Saat 17:00’dan itibaren bombardıman kaldığı yerden devam ediyor. Barikatların arkasında haber bekleyen aileleri hüzün ve öfke kaplıyor.

Tüm bu yaşananlara inanmak bazen zor geliyor. Bazen kendimi sürreal bir filmin içindeymişim gibi hissediyorum. Keşke, keşke her şey  bir film olsaydı. Ancak film değil, gerçek!