Başbakan'ımızın Asya turunun Singapur ayağında, kendisine jest yapılmış, adı bir orkideye verilmiş. Aslında o orkidenin adı ‘yeni otoritaryanizm’. Orkideleri ile meşhur diye bildiğimiz Singapur, aynı zamanda liberal ekonomi ile otoriter siyaseti buluşturan ‘yeni otoritaryanizm’in en meşhur örneklerinden biri. 1993’te William Gibson’un meşhur ettiği “ Ölüm cezalı Disneyland” tabiri ile anılan bir ülke. Uluslararası Af Örgütü’nün verilerine göre, 1991 ile 2005 arasında, Singapur’da 420 kişi idam edilmiş, bu rakam nüfusu ile orantılandırıldığında dünyadaki en yüksek idam cezası oranı. İfade ve gösteri özgürlüğünün en sıkı denetlendiği ülkelerden biri. Bu açıdan Türkiye ile karşılaştırılamayacak kadar berbat bir örnek.
Ancak, Türkiye de, son üç dört yıldır, önce usul usul, son günlerde ise hızla otoriter bir rejime savrulmakta olan bir ülke. Tek tesellimiz, Türkiye’nin artık belli bir eşiği atlamış ve geri dönüşü hazmedemeyecek bir ülke olması, ama bu gerçek tehlikenin büyüklüğünü gölgelemiyor. İktidarın, cemaatle giriştiği kavgada ortalara dökülen yolsuzluk, usulsüzlük, ‘kayıt dışı ekonomi’ (artık ne derseniz deyin) ithamlarından kendini sıyırmak için yargı bağımsızlığını, hukuku, denetlenebilirliği iyice ayaklar altına alma hamleleri artık görmezden gelinecek boyutları aştı, politik kaos noktasına vardı.
Hal böyleyken bile, ‘en iyi müdafaa saldırıdır’ yolunu tutup, ileri sürdüğü ‘kumpas’ senaryosu hala kafaları karıştırabiliyor. Ve demokrasinin karşı karşıya kaldığı asıl tehlike bu. Zira, bir kez daha, iktidar hedef şaşırtmaya girişiyor. Önceleri, ‘yeterince muktedir değilim, derin devlet önümü kesiyor’ masalı büyük ölçüde kabul gördü, iktidar tüm sorunların faturasını ‘darbeci derin güçlere’ ciro edebildi. Bu kez, tüm faturalar ‘paralel devlet’e ciro edilmeye çalışılıyor. İktidarı destekleyen kalemler, Roboski’yi bile cemaat ile açıklamaya girişiyor. Cemaatin Kürt meselesindeki sicili belli, ama bunu öne çıkarıp iktidarın sorumluluğunu göz ardı etmek mümkün mü? Roboski’nin hemen ardından Genelkurmay Başkanı'nı kutlayan Başbakan değil miydi? İktidar yanlısı basın, ölen sivillere kuşku ile bakmıyor muydu? ‘Örgüt mensubu değillerse bile, kaçakçılık da suç’ diyen kimlerdi? Bırakın, iktidarı, bırakın onun sözcülerini, iktidar yanlısı bir gazetede yazan en demokrat kalemlerden biri bile, olayın hemen ertesinde BDP’ye yüklenip, “BDP’nin kasten katliam iddiası ve üslubu çatışma çıtasını yukarı çıkarma işlevi görüyor” diye yazmadı mı? Bir başkası, “Uludere’de utanç verici devlet-hükümet tavrının sürmesi BDP’nin terör eylemlerine karşı utangaç davranmasını anlaşılır kılmaz” demiyor muydu? Muhafazakar demokrat bir yazar; Roboski’nin hemen ardından “Şunu unutmayalım, bu hükümet hiçbir zaman ‘ordusu feci şekilde güçsüz düşmüş bir ülke yaratma sözü vermedi’ diye yazmadı mı? Daha neler, neler! Türküyle, Kürdüyle ne kadar hafızasız bir toplumuz!
Kimsenin yüzünü kızartmak gibi bir niyetim yok, sadece ‘artık Kürt meselesi ve çözüm süreci bu ‘iktidarın rehinesi’ olmaktan çıkmalı’, rehine mantığından ne çözüm, ne de demokrasi çıkmaz diyorum. İktidar partisi diğerlerine göre yine de tek muhatap diye düşünüp, iktidarın Kürtleri bir kez daha rehin alması tam bir felaket olur diyorum. Kürtler çözümün yolunu kendi güçleri ile açtılar, bu iktidara daha fazla kredi vermek güçlerini gölgeleyecek, moral üstünlüklerini zedeleyecek diyorum.
Çok uzattım, bir yazının içine bir sürü konu sıkıştırdım biliyorum ama dar zamanlardayız, meselenin tüm boyutlarını dikkate almak durumundayız. O nedenle, cemaat meselesi üzerine birkaç söz söylemeden bitirmek istemiyorum. Belli ki, esrarengiz bir konu olan cemaat üzerine konuşmak sansürü ortadan kalkınca, büyük bir rahatlama oldu. Hazır iktidar cemaati hedef almışken, herkes içindekini dışa vurma imkânı buldu, bu anlaşılır bir şey. Ama, durun bir dakika! Bu biraz da, iktidarın ‘atış serbest!’ komutuna uymak olmuyor mu? Cemaatten bunca zaman şikâyetçi olmayan iktidar, ondan kurtulmaya karar verdiğinde, açtığı yoldan nereye gideceğimizi sanıyoruz? Ne ‘paralel devleti’ Allah aşkına? Devletin içindeki güç koalisyonu parçalandı, olan bu. Hukuk adamlarının bile, ‘yine de cemaatin tasfiyesi iyi bir şey’ demesi ne demektir? Demokrasi özlemi olan insan, demokratik hukuk yolu ile olmayacak işe bel bağlar mı?
Nasıl tasfiye olacak cemaat? Devletin kurumlarında çalışan mensupları görevlerinden tasfiye edilerek, öyle mi? Bir kurumda çalışan insan ancak hukuki gerekçelerle sorumlu olur, bir cemaatin mensubu olduğu için değil. Ayrıca, neye göre anlayacaksınız cemaat mensubunu ve neye göre tasfiye edeceksiniz? Söylentiye, fişlemeye göre mi? O halde, laikçi devlet anlayışının, din ve vicdan özgürlüğünü hiçe sayarak, ‘irtica ile mücadele’ adına fişlemesi ve tasfiyesi ile neden bunca yıl mücadele ettik? Etmeyenlere sözüm yok tabii, doğrusu ben ettim ve doğru bir şey yaptığımı düşünüyorum. Bir demokraside, insan ister o cemaate ister, bu gruba mensup olur, sempati duyar, bu gerekçe ile kimseyi suçlayamazsınız. Ayrıca, Türkiye’de siyasete bulaşmış tek cemaat Gülen cemaati mi? Geçmişte böyle miydi, şimdi böyle mi? Başka cemaatleri de tasfiye edecek misiniz, edecekseniz hangi prensibe göre? Cemaatçi savcıları, cemaat mensubu oldukları için değil, yasal süreçleri hakkıyla uygulayıp uygulamadıkları kriterine göre sorgulayabiliriz. Medeni olan, demokratik olan budur, yoksa işin sonu ‘irtica ile mücadele’ mantığına gider. Hal böyle iken, bırakın iktidar sözcülerini, kendine aydın diyen insanların böyle bir saçmalıkta selamet görmesi kadar ayıplı bir şey olabilir mi? Daha söylenecek çok şey var, ama daha fazla sabrınızı zorlamayacağım.