Nuray Büyükdağ

12 Ocak 2020

Galata Perform kurucusu Yeşim Özsoy: Gerilla yöntemleriyle yol alıyoruz

Galata Kuledibi'nde tarihi bir apartmanın birinci katında bağımsız tiyatro mekanı Galata Perform'u kurmuş Yeşim Özsoy'la Türkiye tiyatrosunun bulunduğu noktayı, bilet fiyatlarının 'tiyatronun kamu yararı' anlayışıyla çelişmesi durumunu, tiyatronun önündeki engelleri ve 'otosansürü' konuştuk

Size de oluyor mu bilmiyorum. Ülke gündemine dair bişeyler yazıp paylaşacakken vazgeçmeler, yazıp yazıp sildiğimiz twitler, sosyal medya paylaşımları, hatta geriye dönük paylaşımların silinmesine kadar varan histerikli haller, kapanan sosyal medya ağları, gizli özneler, kelime oyunları… İnsanın kendini gönüllü hapsetme halleri; 'sen zahmet etme ben kapatırım kapıyı' durumları!..

Otosansür mekanizmasının uyguladığı baskılar tiyatroda da kendini gösteriyor. Kurumsal-ödenekli tiyatrolarda çalışan birçok oyuncu, yönetmen, dramaturg fişlenip işinden olma tehlikesiyle, korkusuyla toplumsal meselelere ya mesafeli kalıyorlar ya da çareyi sosyal medyalarını kapatmakta buluyorlar. Ülkede kronikleşen otosansür nispeten daha bağımsız olan özel tiyatrolarda da çok yoğun olmasa da kendini gösteriyor. "Tiyatronun Altın Çağı'nda!", ülkenin siyasi iklimine, yönetimine dair eleştirilerden ya da söylemlerden kaçınan, genelde gündelik hayatın, ikili ilişkilerin ele alındığı konularla ilgili oyunlar yapılıyor. Adile Naşit, Şener Şen, Ayşen Gruda, Uğur Yücel gibi birçok usta oyuncuyu bir araya getiren 'Bin Yıl Önce Bin Yıl Sonra (1985)' müzikalinde Şener Şen'in Turgut Özal taklidi yaparak ülke politikasını eleştirdiği oyunlar görmek şimdilik bize biraz uzak, ortaya karışık şatafatlı pasta tadındaki 'Alice' müzikali ise daha yakın gibi görünüyor. 

Aslında sansürün zihin açıcı bir yönü de var! Anlatmanın başka türlü yolalarını ararken yaratıcılığını arttırarak oyunlar yapanlar da yok değil. Tiyatronun geleneğindeki muhalif olma kodlarını kullanarak anlatılmak isteneni farklı yollarla söylemenin, güçlü metaforlarla simgesel anlatımın devreye girdiği oyunlar izlemek de mümkün geniş yelpazeye sahip farklı yapımların yer aldığı tiyatromuzda.

Tiyatromuza bu farklılıkları kazandıran, kendi özgün anlatım dilini oluşturmuş, yaptığı atölyeler, festivaller ve etkinliklerle Türkiye Tiyatrosu'nun gelişimine katkıda bulunmuş tiyatroculardan biri de Galata Perform'un kurucusu Yeşim Özsoy. Önce Stüdyo Oyuncuları'nda öğrenci sonra eğitmen ve oyuncu olarak devam edip ardından oyunculuk, tiyatro teorisi ve yönetmenlik eğitimi için Amerika'ya gidip, döndükten sonra da 2003 yılında, Galata Kuledibi'nde tarihi bir Apartmanın birinci katında bağımsız bir tiyatro mekanı olan Galata Perform'u kurmuş Özsoy.

Yeşim Özsoy'la Türkiye tiyatrosunun bulunduğu noktayı, bilet fiyatlarının 'tiyatronun kamu yararı' anlayışıyla çelişmesi durumunu, tiyatronun önündeki engelleri ve 'otosansürü' konuştuk.

Fotoğraf: Deniz Gündüz

Bütün diğer tiyatrocular gibi gerilla yöntemleriyle tiyatromuzu nasıl ayakta tutabilirizle uğraşıyoruz hala. Kendini tiyatro yaparak, sanat yaparak ifade etmek politik bir duruştur aslında. Sistemin içinde onun istediği bir birey olarak yüksek plazalarda daha farklı, daha avantajlı koşullarda yaşamak da mümkün. Fakat birçok tiyatrocu olarak, ticari kaygılarımızı çok ön planda tutmadan, misyonu olan daha iyi işler yaparak devam etmek, bu yolla var olabilmek için direniyoruz. Amacımız genele ve sisteme odaklı popüler tiyatro yapmak değil. Böyle olunca tiyatro yapmak çok daha zorlaşıyor. Özellikle son 10 yıldır daha da zorlaştı.

Tiyatrodan kazanç sağlamak ayrı, nitelikli bir iş yapmak ayrı. Ayrıca böyle bir siyasi atmosferde ele almak istediğiniz konularla ve onları işleyiş yöntemiyle ilgili bir baskı ve otosansür söz konusu. Tabii bu alanda daha popüler işler yapabileceğiniz, daha fazla bilet satabileceğiniz ticari bir kulvar da var. Hatta bu son dönemlerde çok yaygınlaştı. Ama bu çoğalma tiyatronun biçimsel, estetik ve niteliksel anlamda geliştiği anlamına gelmiyor. 

Bu seyirciyi de alıştıran bir durum. Tiyatronun bu olduğunu düşünüyor seyirci. Beyaz yakalı sektöründen arkadaşlarım da bu görsel şova tanık olup tiyatronun çok iyi durumda olduğuyla ilgili yorumlar yapıyorlar. Bizim açımızdan öyle değil. Ama tabii nasıl İngiltere'de ana akım, Amerika'da Broadway ya da bulvar tiyatrosu varsa, Türkiye'de de onun gibi bir alan oluştu. Ve bu olmalı elbette.

Nedenleri tartışılmakla birlikte ünlü oyuncuların tiyatrolara yönelmesini olumlu buluyorum. Yurtdışında da ünlü isimler tiyatro yapıyorlar ya da kendi tiyatrolarını kuruyorlar. Mesela Willem Dafoe, The Wooster Group'un kurucusudur. Bir garajda tiyatro yapan ve teknolojiyle post modern post dramatik yapıyı bir arada kullanan dünyada adını duyurmuş önemli bir tiyatroyu kurdu. Tiyatroya yöneldiklerinde özgün bir dille işler üreten önemli isimler var dünya örneklerinde. Türkiye'de de böyle olacaktır diye umut ediyorum.

Piyasa mantığının dışına çıkarak ne kadar özgün işler yaptığımızı da sorgulamak lazım.  Örneğin 90'lar da farklı bir bakış açısıyla, daha çok laboratuvar çalışmaları, deneysel çalışmalar yapılıyordu tiyatroda. Çok uzun zaman çalışıp olmadığına kanaat getirilerek sahnelenmeyen oyunlar vardı. Nasıl bir tiyatro olamlı, nasıl bir oyunculuk olmalı gibi meselelere kafa yoruluyordu. Seyirciyi çok fazla ön plana alan oyunlar yapılmıyordu. Bir seyirciye de oynanabilirdi oyun. O zaman da tiyatro yapmanın zorlukları çok fazlaydı. Şimdiyse artan ekonomik problemlerle birlikte seyirciyi ön planda tutan işler yapılıyor. Devlet desteği alamayan bağımsız tiyatrolar bilet satarak gelir elde etmeye çalışıyorlar. Bu nedenle de satılan bilet sayısı tiyatrolar için önemli oluyor. Bu da oyunların içeriğine, biçimine yansıyor tabii.

Biz engelleri bir araya gelerek aşmak için Tiyatro Kooperatifi'ni kurduk. Hem belediyelerle hem de kültür merkezleriyle olan görüşmelerimizde bu konuları dile getiriyoruz. Kültür yöneticilerinin, genel sanat yönetmenlerinin, bir kültür programlarının olup olmadığını sorarak teşvik etmeye çalışıyoruz. Genel anlamda hem devletin, hem belediyelerin, hem de tiyatroların ve hatta şirketlerin kültür politikalarının olması gerekiyor. Resmi olarak en büyük sorunumuz ise kültürel bir oluşum yerine ticari bir işletme statüsünde olmamız. Sosyal fayda sağlamak olan asıl amacımızla çelişen bir durum bu. Öncelikle bunu değiştirmeye çalışıyoruz.

Yeşim Özsoy

Yasal düzenlemeler, mevzuattaki meslek tanımı değişikliği, buna uygun vergilendirme sisteminin oluşturulması, destek-ödenek gibi konular bizim öncelikle halletmeye çalıştığımız, aşmak için çaba sarf ettiğimiz konular. Ve tüm bu konular Türkiye Tiyatrosu'nun gelişiminin önündeki en büyük engellerdir.

Elbette çelişiyor. Fakat haksız bir rekabet var ortada. Devlet ve şehir tiyatroları gibi ödenekli tiyatrolarla ne bütçe olarak ne de bilet fiyatları açısından boy ölçüşecek durumda değiliz. Oralara akan bütçeler bağımsız tiyatrolardan esirgenince, üstüne bir de vergi yükü binince siz de ayakta kalmak için piyasa ekonomisiyle düşünmek zorunda kalıyorsunuz. Bu şekilde yaşamaya mahkûm edildiğiniz ve herhangi bir gelir kaynağınız, ödeneğiniz olmadığı için satılan biletlerle ayakta kalmaya çalışıyorsunuz. Zaten 2012'den beri birçok tiyatro gibi malum sebeplerden daha önce aldığımız ödenekler artık verilmiyor.

Ama her şeye rağmen ödenekli tiyatrolarda çalışmadığımız için şanslı olduğumuzu düşünüyorum. Çünkü daha özgür düşünüp daha özgün işler yapabiliyoruz. Bize dayatılan istemediğimiz işlerde, üretmeden, düşünmeden, sansürle, otosansürle çalışmak zorunda değiliz. 

Yeni Metin Yeni Tiyatro Projesi'nin bu yıl 8.si yapıldı. Türkiyeli genç oyun yazarlar çok fazla yoktu. Bu eksikliği nasıl giderebilirize, neler yapabilirize, özgün oyunlar nasıl yazabilirize kafa yorarken "Yeni Metin Yeni Tiyatro" projesi ortaya çıktı. Yeni oyun yazımına ve tiyatro biçimlerine odaklanan, uzun soluklu ve uluslararası bir proje Yeni Metin Yeni Tiyatro projesi. İstanbul 2010 Avrupa Kültür Başkenti Ajansı'nın da desteğiyle uluslararası bir boyut kazandı. 2006 yılında Ceren Ercan, Dilek Altuntaş, benim ve Mark Levitas'ın insiyatifiyle başlayan Yeni Metin Yeni Tiyatro projesi bugüne dek iki ana eksen üzerinden ilerledi. Bunlardan biri yabancı çağdaş oyun yazarlarının oyunlarının Türkçe'ye çevrilmesi ve okuma oyunu olarak sahnelenmesiyle seyirciyle buluşturulması oldu. Bir diğer alan ise oyun yazımı atölyelerinin düzenlenmesi oldu. Ve her festivalin bir konsepti oldu. Örneğin ilkinin teması "felaket"ti. Her yıl yazan veya yazmak isteyen kişilere çağrıda bulunuyoruz. Proje kapsamında, aralarında İspanya, Portekiz, Romanya, İran, Yunanistan, İskoçya, Rusya, İtalya, Fransa ve Polonya'nın da olduğu farklı ülkelerden 30'a yakın oyun yazarı ağırlandı.

Metinleri Türkçe'ye çevrilen yazarlar, proje kapsamında İstanbul'a geldiler ve Türkiyeli oyun yazarlarıyla atölyeler gerçekleştirdiler. Atölyelere katılan oyun yazarı adayları, yurt içinde ve yurt dışında ödüller aldı, oyunları sahnelendi, ödenekli ve bağımsız tiyatroların repertuarlarında yer aldı. Son 3 senedir buna yönetmenlik atölyesini de ekledik. Bu nedenle yurtdışından birçok yönetmeni de davet ettik bu atölyelere. Ve giderek gelişti bu festival. Bu atölyeler sonucunda ortaya çıkan metinler okuma tiyatrosu olarak seyirciyle buluşup oradan da tiyatrolarda sahnelenen oyunlara dönüştüler. Bu sene atölyeler, 11 Ocak 2020'de tüm atölyelerin katılımcılarıyla olan ilk tanışma toplantısıyla başlayacak.

Ahmet Sami Özbudak 2010 sürecinde geldi. İz oyununu yazdı ve ben de yönettim. Birçok ödül aldı bu oyun. Sami sonra yönetmenlik üzerine de eğildi. Gökhan Erarslan da bu atölyelere katıldı. Şirin Gürbüz, Erdi Işık ki zaten yazıyordu ve çok ilerledi. Oyunları sahneleniyor şimdilerde. Burada ismini sayamayacağım birçok genç yazar yetişti. Bu atölyeler yeni yazarlar, yönetmenler için besleyici ve pratiğe dayalı bir misyon edinerek ilerliyor.

Maksim Gorki tiyatrosuyla bizim bir ortaklığımız var. Bu çatı altında 'ulus kavramı dışında tiyatroların bir araya gelmesi mümkün müdür, bütün bu yükselen milliyetçiliğe, faşizme karşı uluslararası projeler nasıl üretilir' gibi sorgulamalara dayanan bir projeyle Yüz Yılın Evi ortaya çıktı. Oyun bu projenin bir parçası aslında. Oyunun prömiyerini de zaten Berlin'de Maxim Gorki'de yaptık. Disiplinler arası tek kişilik anlatı üzerine kurulu bir oyun. Birçok festivale katıldık bu oyunla. 2019 yazında da Edinburg Fringe Festivali'ne gittik. The Guardian gazetesi, festival kapsamında sergilenecek 3 bin 841 tiyatro ve dans gösterisi içinde ilk 50'ye, tiyatro oyunları içinde ise ilk 10'a dahil etti "Yüz Yılın Evi" oyunumuzu.

Ben tarihçi ve politikacı değilim. Osmanlıdan Cumhuriyet'e geçiş sürecini anlatıyor oyun. Konak sembolü üzerinden yıkılan bir dönemin yerine ne konulduğunu anlatan bir hikayeye sahip oyun. Ve bu anneannemin hikayesiydi. Onun anlatısı üzerinden, hikayesi üzerinden ve ona sorduğum sorular karşılığında aldığım cevaplarla yazılan bir oyun. Ben de politik ve estetik olanın dengede olduğu bir oyun nasıl kurarım düşüncesiyle yazdım bu oyunu. Bu sadece anneannemin anlatılarına dayanan bir oyun olsun istedim. Yaşlı Çocuk diye bir oyun yaptım. Onun konusu ve içeriği daha politikti. Cizre, ankara Garı gibi olaylardan yola çıkarak yazılmış bir oyundu.

Öyle bir süreçten geçiyoruz ki gerçekten kendimize otosansür uygulamadığımızı anlamanın ve söylemenin pek mümkün olmadığı bir dönemdeyiz. Örneğin Edinburg'da oynadığımızda konsolosluktan birileri geldi. Bizi çok sıcak bir ilgiyle, özenle gerçekten çok güzel karşıladılar. Fakat oyun başlarken Ermeni bir terziden bahsedilince tedirgin olmuşlar. Kadın oturur oturmaz oyunda ilk bu konuyla karşılaşınca önce bir tedirginlik yaşayıp gitsem mi diye geçirmiş içinden. Yani bir başkasına göre çok politik diye de düşünülebilir oyun.

Tiyatrocular için hiçbir oyun asla bitmiş değildir. Zaten ilk sahnelemelerden sonra da düzeltmeler, değişiklikler olur oyunda. Mesela "3. Evren" diye bir oyun yapmıştım. "Na Mekan" kavramı üzerinden yaklaştığım bir oyundu. Dünyada o dönemde bazı yerler oluştu; hava limanları, süper marketler, oteller, bazı sokaklar, metrolar gibi. Yani bulunduğu yerin kodlarını taşımayan kimliksiz mekanlardı. Bununla ilgili ben de bir oyun yapmak istedim. Fakat oyunda bu izleği, yapıyı tam olarak oturtamadığımı söyleyebilirim. Fikir iyi ve enteresandı aslında. Şimdi anlatırken bile bocalıyorum:))) Çok kavramsal ve soyut kaldı sanırım! Yapmasaymışım da olurmuş:)) 

İz oyununda bir yatak sahnemiz vardı. Bir travesti ve sevgilisinin sevişme sahnesiydi. O sahne projeksiyonla perdeye yansıtılıyordu. Bu sahneyi daha önce dikkatlice ayarlanmış bir açıyla pornografiye kaçmadan perdeye yansıtıyorduk. Herkes tamamen çıplaktı fakat bu tam çıplak olma durumu seyirciye yansımıyordu. Biz bu açıyı kaçırmışız tamamen. Ben de oyunun içinde olduğum için fark edemedim. Bir eleştirmen de bunun bilinçli bir tercih olduğunu düşünerek ekranda böyle şeyler görmek gerekli değildi gibi eleştirilerde bulunmuştu. Hem zor hem komik hem de karın ağrısı olacak bir anıydı benim için.