Bugün haberlere bakmayacağım, gündemle ilgilenmeyeceğim dediğiniz bir günde vapurla karşıdan karşıya geçmek bile yetiyor bu inadınızın gününüzü kurtarmaya yetmeyeceğini anlamanıza… Azıcık başınızı kaldırıp bakışlarınızı uzaklara yönelttiğinizde, çarpık kentleşme, yaban otları gibi aralardan fırlamış koca koca soğuk betonlarla dibine vurmuş bir İstanbul silüeti yutuyor duyumsamaya çalıştığınız deniz kokusunu…
İstanbul’un ilkel, açgözlü müteahhitlik beğenisi ve rantçı politikacılar, bürokratlar işbirliğiyle yağmalanıp betona çevrilmesi yeni değil elbette… Bu talana ilk şahitliğim, çocukken izlediğim haberlerde İstanbul’da yanan ahşap evlerin çokluğuyla ilgiliydi. Yakılarak yok edilen bir mimari kültürün, ahşap evlerden oluşan mahallelerin külleri gri betonların zeminini hazırlıyordu…
Fakat bu ilkel rantçı güdünün son 10 yılda meydana getirdiği yığınlar, bu kaba İstanbul silüeti 20 dakikalık vapur yolculuğunda uzaktan gözünüzü kanırtıyor. İçimizi azıcık da olsa ferahlatan eski yapıları, koca yığınların arasından mercekle aramaya başladık artık.
Yıllardır var gücünüzle çirkinleştirilmeye çalıştığınız İstanbul’a ne gareziniz var diye sorası geliyor insanın.
Bu yığına bir de giderek artan ağır bir kalabalık eşlik ediyor. Bahsettiğim ağır kalabalık bazılarının düşündüğü gibi ne Afganlardan ne de Suriyelilerden… Üç yanı denizlerle çevrili nadide tımarhanemizde yaşanan bunca çivisi çıkmışlığın, umutlanamamanın, ağız dolusu gülememenin ağırlığı… Gidenlerin, gitmek zorunda kalanların kalabalığı ve geride kalanların yorgunluğu…
Neyse ki, varış noktasında beklentimin üstünde, ‘içimi aydınlatan ve kafamı ferahlatan!’ bir şeyle, NEŞE’yle karşılaşınca, adeta sürünerek geçtiğim yolu unutuverdim bir anda…
Bu sene, uzun zaman sonra, çokça ertelemenin ardından tiyatro sezonunu İKSV Tiyatro Festivali’nin oyunlarıyla açtım. “Bu Zamanda Tiyatro” sloganıyla yola çıkan festival, tam da bu zamanda dedirten programıyla oldukça etkileyiciydi. İlk seyrettiğim oyun İtalyan yönetmen Pippo Delbono’nun Neşe(La Gioia)’si oldu.
Daha en başından Pippo Delbono’nun töreni Don’t Worry Be Happy şarkısıyla başlıyor kurduğu dünyanın geçit alayına… Dansçılar mı yok bu alayda, palyaçolar mı, oyuncular mı, çiçekler, şarkılar, şiirler mi… Ama hepsi bildiğimizin dışında, alışılmadık… Öteki masal âlemi…
Oyun, Delbono’nun yol arkadaşı Bobo için sahnelediği neşeli bir tören ve ölümünün ardından yaktığı şenlikli bir ağıt…
Delbono’nun “Benim için bir baba, erkek kardeş, bir oğuldu” dediği Bobo ile hikâyeleri oldukça ilginç. Onunla 1996’da bir psikiyatri kliniğinde, Bobo’nun 35 yılını geçirdiği hastanede karşılaşırlar… Beyninin yeterince gelişmemesi sebebiyle doktorlara göre “çocuk kalmaya mahkûm”, sağır ve dilsiz olan Bobo, o günden sonra kumpanyanın baş aktörü ve Delbono’nun can dostu olur, 2019’daki ölümüne dek.
Delbono’nun hayatında öyle sıradan kesişmeler olmaz! Bir ucu akıl hastanesindeki Bobo’dan başlayıp diğer ucu Pina Bausch’a uzanan kesişmelerdir bunlar… Pina Bausch gibi ünlü sanatçılarla birlikte çalışmalar yürüten yönetmen-oyuncu Delbono’nun kurduğu kumpanyanın tezahürü ters köşe yapıyor tanık olanları…
O’nun Kumpanya’sı, idealini kurduğu yaşam biçiminin ayrılmaz bir parçasıdır.
Kumpanyasında daha çok hayatını paylaştığı, pek çoğuna hayatın çok da iyi davranmadığı, “normal” olmadıkları için toplumsal olarak dışlanmış ve bir kenara itilmiş insanları, farklı deneyimlere sahip sanatçıları bir araya getirerek eserler üreten bir sanatçıdır Delbono…
Onların Kumpanya’sı, kişisel bir fizyonomiye sahip karakterleriyle gösteri dünyasında kabul görmüş alışkanlıkların kırılıp başrolün “ötekiler”e verildiği, bu yanıyla “devrimci” tavra sahip bir topluluktur…
Neşe’de oynayan down sendromlu Gianluca Ballare, Pippo’nun ev sahibinin oğlu(ya da torunu)dur. Pippo, onun kızıl saçlarıyla doğduğu güne şahitlik etmiştir. Gianluca, annesinin ölümünden sonra Pippo ile yaşamaya başlar…
Gianluca, snopluğun yavanlığı karşısında hiç de seçkin olmayan(!), bütün kalıplara meydan okuyan, ahenkli bir duruşa sahip Kumpanya’nın ta kendisidir…
Delbono’nun tiyatrosuna hakim olan o taşkın görsel imgelerin altında yatan da, engelleri nedeniyle “dünyanın hayaletlerinin” varoluşsal haykırışlarıdır aslında. Tıpkı bütün kusurlarına rağmen o kendine has duruşuyla, estetiğinin cazibesine kayıtsız kalamadığımız, kapıları pencereleri maviye, yeşile boyanmış, paslanmış teneke kutularında allı morlu rengarenk çiçekler büyütülmüş eski evler gibi…
Bize çocukluktan, delilikten, masumiyetten, acıdan ve hayallerden bahseden oyunda her şey iç içe geçiyor. Tıpkı hayat gibi. Bazen neşe bazen keder… Ama Neşe bütün kırılganlığına rağmen, oyunda bahsi geçen Keder’e çelme takmayı bilmiş, hep bir adım daha önde…
Oyun, acıyı unutmadan ama daha çok sevinçten bahsederek onu çoğaltmak gerektiğinin altını çiziyor. Delbono oyunla ilgili; “Savaşta dans etmek gerektiğini söylüyorum ama savaş yokmuş gibi davranılmalı demiyorum” diyor.
Uzun süredir her türlü kötülüğe tanıklık ediyoruz… Pippo, bizi elimizden, belimizden tutup yaşanan onca acının, umutsuzluğun hüznüne karşı ‘NEŞE’yi çağırmaktan vazgeçmemek gerektiğini hatırlatıyor… Belli ki bir süre daha tanıklığımız da mücadelemiz de devam edecek. Ve çağırdığımız neşenin eli kulağındadır… Gelecek… Bu kadar acının ardından yaşayacağımız neşenin, ağız dolusu kahkahaların tadını varın siz düşünün…