Aslında Diyanet üzerine tartışmalara kaldığım yerden devam edecektim. Ancak, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın “doğum kontrol ihaneti” sözlerini okuduktan sonra, ben de rahimimden, daha doğrusu onun üzerine yapılan siyasetten bahsetmezsem olmaz dedim. Aklıma iki sene kadar önce “son adet tarihim” üzerine aldığım ve bende tacize uğradığım hissini yaratan telefonlar geldi.
Düşünseniz Türkiye’de kadın olarak yetişiyorsunuz. İlk menstürasyon deneyiminizde ailenin kadınlarından öğrendiğiniz şey bunu gizlemeniz gerektiği. Eh ne de olsa, üremenin işareti olan bu kanama toplumda “hastalık” olarak geçiyor. “Normal bir şey olsa hastalık denmez” düşüncesiyle küçük yaşlarda hemen içselleşiyor bu gizlilik. Müstehcenler kutusuna yerleşiyor. Bu kanamanın bir diğer adının “adet” olması da pek manidar. Ne de olsa toplumların biyolojik devamlılığı değil esas mesele, adetlerinin ve değerlerinin nasıl şekilleneceği.
Tüm bu gizlilik bilinciyle hayata devam ederken, hiç tanımadığınız birinden o müstehcen telefonu alıyorsunuz: “Nil Mutluer, hayırlı olsun hamileymişsiniz, son adet tarihinizi öğrenebilir miyiz?” Bunca sene hastalıktır, adettir diye müstehcenler kutusunda sıkı sıkı sakla. Okulda teneffüslerde pedlerini tuvalete gidene kadar ceplerine nasıl sıkıştıracağını şaşır. Sonra hiç tanımadığın, yüzünü bile görmediğin biri telefonda sana “son adet tarihini” sorsun! Var mı böyle bir şey? Var! Daha doğrusu mahrem üzerine bu kadar konuşulan AKP döneminde oldu.
Becerdim... Bir iki kere cevap vermeden atlatmayı. Bir kere “uzak durun rahimimden!” diye oturduğum kahvenin ortasında bas bas bağırmayı. Sonra da şaşkınlık içinde dönenlere “ne var ki!” kıvamında bakışlar atmayı. Ama itiraf ediyorum, sonunda teslim oldum. Söyledim o müstehcen, o mahrem son adet tarihini. Sonra bir de bakmışım ki loğusalığımın ilk döneminde ne kızımın doğum tarihini ilk anda hatırlıyorum, ne de kendi doğum günümü... Ama son adet tarihim aklıma çivi gibi çakılmış! Ama artık kesin kararlıyım: Bir daha soran olursa söylemeyeceğim.
Şimdi ironiyle anlatsam da, bu süreci mizah olarak yaşamadım. Ve öyle de hatırlamıyorum. Bir dolu kadın daha sert yaşadı, yaşıyor. Performans değerlendirmesi kapsamında % 25’lere varan maaş kesintisine maruz kalmamak için mahallerindekilerin sağlık bilgilerinin peşinde koşan aile hekimlerinin durumdan vazife çıkarttıkları da görüldü, kadınların kendilerine ulaşılamadığında ailelerin arandığı da.[1] “Hayırlı olsun kızınız hamileymiş” dendiği de vaki. Sonradan konuşup konu ile ilgili uzun uzun dertleştiğim aile hekimimse durumdan kendisinin de hoşnut olmadığını söylüyor. Ya da kim bilir, belki de artık benden korktuğu için öyle söylüyor!
Her gün 3 ile 5 kadının cinayete uğradığı bir ortamda esas olan ne? Kadının ve bebeğin sağlığını korumak mı? Koruyucu hekimlik önemli ve hatta gerekli tabii, ama talebim olmadan, takip edilmek istememe ve bunu beyan etmeme rağmen, bu neyin hekimliği? Kim beni, daha doğrusu rahimimi, bana rağmen ve neye karşı koruyor?
Ayrıca, biliyorum. Kadın veya erkek olun fark etmez. Bir kısmınız bu anlatıdan bir iğrenme de hissediyor şu anda. Eh birlikte öğrendik bu meselenin pis, iğrenç, dışa atılması ve bir daha bakılmaması gereken şeylerden olduğunu.
Yazıyı yazarken kafamda paralel olarak giden iki tartışma sürüyor. Hayır, bu paralel tartışmaların cemaatle bir ilgisi yok! Biri, rahim üzerine ve onun üzerinden işletilen devlet ve hükümet politikalarının benim, içim, özelim, mahremim olarak hissettiğim alanı delip geçtiği anı tartışıyor; diğeri ise AKP’nin 2002’de seçildikten sonra ne zaman ve nasıl nüfus politikaları üzerine odaklandığının neoliberal kronolojisini.
Kapılar aynı odaya açılıyor. Özel, mahrem olan ne, kamusal olan ne?
Kamusal ve özel olan üzerine yaratılan bu ikilik, net sınırıyla gündelik hayatımda, bedenimde, ruhumda ayrılabilir halde mi? Yurttaş olarak kadın ve kadınlığım toplum, siyaset ve yasalar arasında inşa edilirken “aile ve milleti temsil ettiğim” ne kadar bana yabancı ise, “bedenim benimdir” sloganıyla kendimi diğer bedenlerden bağımsız tahayyül edebilmem de o kadar yarım. Ve biz biliyoruz ki, bedenden bahsettiğimizde kastettiğimiz şey rahim.
Kadın demek namus demek, namus demek cinsellik demek, cinsellik demek yasak demek. Rahim ise yaşama ilişkin bu yasağın ve hakkın sıkıştığı mücadelesi alanı. Her gün 3 kadın ölürken 2008’de ilk dillendirildiğinden bu yana her aileye sipariş edilen 3 çocukla Türk milletinin varlık bulacağı alan da[2] rahim. 2012’de Roboski katliamının “her kürtaj bir Uludere’dir”[3] sözüyle gizlenmeye çalışıldığı alan da rahim. Bugün doğum kontrol yoluyla vatana ihanet edilen alan da rahim. Velhasıl, namus olarak toplumca kontrol edilmeye çalışılan veya feminist tarihçi Ruth Miller’ın yaklaşımıyla yasalar ve yasaklarla içerisindekinin yaşam ve ölümüne karar verilen iktidar mücadelesinin alanı rahim.[4]
Oysa yaşam, yasaklar ve haklar üzerinden karşılıklı olarak birbirini üreten zıtlıklar içerisinde tartışılacak kolaylıkta değil. Olmamalı da. Ama Türkiye'de oldu ve hala da oluyor.
Kemalizm kadınları, onların cinselliğini yok sayarak yurttaş yapmıştı. Namusun çevresinden dolanan bu yolla kadınları "devletçi" ekonominin ihtiyacı olan iş gücüne katmak, daha kolaydı. Bugün de AKP/Erdoğan zihniyeti, kadının cinselliğini, daha doğrusu onun rahmini sık sık kamuoyundaki politik tartışmaların gündemine taşıyarak, benzer bir şeyi yapmaya çalışıyor. Üreme üzerine özellikle 2008’den bu yana geliştirilen söylemin ve 2011’de Kadından ve Aileden Sorumlu Devlet Bakanlığı’nın Aile ve Sosyal Politikalar Bakanlığı’na dönüştürülmesinin açığa çıkardığı hakikat bu: Kadın aile sınırları içerisine hapsedilmek isteniyor ki, ülkenin neo-liberal ekonomisinin ihtiyacı olduğu vehmedilen "genç dinamik" nüfusu doğuracak ve onlara ve onların yaşlanan ana babalarına bakacak birileri de olsun.
Peki bunda yanlış olan ne? Şu: Bu bakış "nüfusu" üzülen, sevinen, ağlayan, gülen, kızan, barışan, acı çeken, zevk alan, kısaca yaşayan kadınlardan, erkeklerden, insanlardan müteşekkil görmüyor. Tam aksine insanı insanlığından, kadını kadınlığından, erkeği erkekliğinden çıkarıyor ve onları "iş gücüne", "insan kaynağına" dönüştürerek neo-liberal ekonomik düzen içerisindeki işlevlerine indirgiyor. Kadınlığı da, erkekliği de, insanlığı da araçsallaştırıyor, şeyleştiriyor, değersizleştiriyor. Ve evet, bunu yapmaya "rahimden" başlıyor. "Doğum kontrol" ihanetse, işte insanlık dışı bu "bakışa ihanet!" Direnişse de bu düzene direniş.
[1] Bu süreçten sonra Ağustos – Kasım 2013 tarihleri arasında aile hekimleri ve hemşireler ile yapılan çeşitli söyleşilerde belirtilen oran ve örnekler.
[2] Dönemin Başbakanı bugünün Cumhurbaşkanı Erdoğan ilk defan 7 Mart 2008 tarihinde “Türk milletinin kökünü kazımak istiyorlar” diyerek ve ekonomik verilerle argümanını pekiştirerek her aileden 3 çocuk yapmasını istedi. http://www.zaman.com.tr/politika_turk-milletinin-kokunu-kazimak-istiyorlar-her-aileden-3-cocuk-istiyorum_661625.html ;
[3] Dönemin Başbakanı bugünün Cumhurbaşkanı Erdoğan Mayıs 2012’de dedi. http://www.ntv.com.tr/arsiv/id/25352590/?utm_source=dlvr.it&utm_medium=twitter
[4] Ruth Miller (2007), The Limits of Bodily Integrity: Abortion, Adultery, and Rape Legislation
in Comparative Perspective. (Bedensel Bütünlüğün Sınırları: Kürtaj, Zina ve Tecavüz Yasaları Üzerine Karşılaştırmalı Yaklaşım) Aldershot: Ashgate.