Nil Aldemir

12 Temmuz 2011

Sayz’a atıf - tutuf

Duydunuz mu bilmem, mizah dergisi Harakiri'ye verilen ağır para cezasının yanında, aylık şehir-kültürü dergisi Size da sessiz sedasız “zararlı” ilan edildi.

Duydunuz mu bilmem, mizah dergisi Harakiri'ye verilen ağır para cezasının yanında, aylık şehir-kültürü dergisi Size da sessiz sedasız “zararlı” ilan edildi.


Namı diğer ‘Sayz’da ben de yazıyorum, naçizane.


İki ayda bir çıkan Size’ın bana ayırdığı köşede, “Seni gebertirim, Sayz!” minvalinde, edepli bir şekilde, kendisine atıp tutuyorum. O ay seçtiği konu neyse artık, o konuda çemkiriyorum Sayz’a. Terlikle kovalıyorum bunu, falan. Bu müthiş tavır ve karakteri ben belirledim tabii ki. Sayz sağolsun, hiç mırın kırın etmeden kabul etti. Zira kendisi, hafif deli.


‘Size’ çalışanları derginin sakıncalı bulunduğu haberini, Harakiri’yle ilgili haberi okudukları gazeteden öğrendi. Derginin kurucusu Çağın Türker’in Radikal’e anlattıklarına göre, öncesinde kendilerine bir şey tebliğ edilmedi. Günlük bir gazetede tesadüfen gördükleri haber üzerine hemen Başbakanlık Muzır Kurulu’nu arayan Size yetkilileri, zorlu bir süreçten sonra kendilerine ulaştılar. Öğrendiler ki Amerikalı ünlü video sanatçısı Gray Agent’la yapılan  röportajın yayınlandığı sayfalardaki fotoğraflar yüzünden sakıncalı ilan edilmiş dergi. Görüştükleri Muzır Kurulu yetkilisi, fotoğraflarda iki kadının “sevişiyor gibi olduğunu” söyleyince, Size’cılar o fotoğrafların sanatçının işleri olduğunu söyledi, Muzır Kurulu yetkilisi de “Öyle sevişir gibi sanat mı olur?” dedi. 


‘Size,’ Gray Agent’a ait fotoğraflar yüzünden, “18 yaşından küçükleri maceraperestliğe ve tembelliğe teşvik ettiği ve gençlerin ahlakını bozduğu” için bundan böyle kapağa ‘Sakıncalıdır’ ibaresi koyacak. Ayrıca gelen uyarıya göre, dergiyi 18 yaşından küçüklere satmamaları ve siyah poşet içinde sunmaları gerekiyor. 


Heyhat, dergi zaten parayla satılmıyor, ücretsiz olarak barlarda, restoranlarda, çoğunlukla da 18 yaşından küçüklerin giremeyeceği mekanlarda dağıtılıyor. Bir de Size’cılar dergiyi baştan beri espri olsun diye siyah poşete koymaya karar vermişler. Sonra başlarına böyle bir şey gelmesi, hayli ironik.


Bütün bunların, derginin yeni sayısının konusunun “Sansür” olarak belirlendiği dönemde olması da, başka bir ironi.


Ben de olur da dergiyi bulamazsınız, göremezsiniz diye, T24 aracılığıyla Haziran sayısı için yazdığım Sansür konulu yazıyı sizlerle paylaşmaya karar verdim.


Pek önemli not: Sonuna doğru anlattığım hikaye, “saat” kelimesinin “kalem” kelimesiyle değiştirilmiş haliyle, Pulp Fiction adlı edepsiz filmden alıntıdır. Söz konusu film, 1995 yılında “En iyi özgün senaryo” dalında Oscar Ödülü’ne layık görülmüştür.


***


Şu poşete geri gir, Sayz!


Bir gün yine evde oturuyorum. CD’leri falan diziyorum. Duvarın rengini değiştirsem mi acaba falan diye düşünüyorum. Sakız çiğniyorum. Aynı anda üç işi birden yaptığım, gayet verimli, cillop gibi bir Cumartesi anlayacağınız, keyfim gıcır.


Kapı çaldı. Açtım baktım, karşımda koskocaman bir torba. “Sen kimsin yahu!” diye bağırmışım. Torbanın içinden bir ses “Korkma abla, benim, Sayz,” demesin mi!


Normal bir insan olarak “A-a, Sayz? N’oldu çocuğum sana, dangalak?” diye sordum.


“Yine sokağa çıkarken biraz transparan giyinmişim. Arkadaşlar beni poşete koydu,” dedi. “İçeri girebilir miyim abla?” diye sormayı da ihmal etmedi.


Tabii bu Sayz torbanın içinden önünü göremediği için elimdeki terliği de görmüyor. Torbanın üstünden kafasına vura vura içeri aldım bunu. “Vurma abla ya, dur açıklayabilirim,” diye eğile büküle girdi eve. Sağa sola çarpmasın diye biraz boğuştuk, ben bunu ite kaka kapının önüne oturttum. Susuyor bu. Fıss fıss diye nefes alırken torba burnuna girip çıkıyor.


“Yahu Sayz,” dedim, “Ne inatçısın yavrum sen, kapıdan kovsam bacadan giriyorsun, çuvala sokmuşlar, yine zıplaya zıplaya geldin kapıma dayandın. Niye rahat durmuyorsun çocuğum sen? Niye üzerine doğru düzgün bir şeyler giymiyorsun, cıbıl cıbıl giyiniyorsun? Niye illa seni poşete sokmamız gerekiyor allasen?


“2 ay oldu,” dedi, “Yazı lazım.”


O kadar oldu mu yahu? Sensiz zaman su gibi akıp geçiyor başımın belası. Bu seferki konu ne, yine ne saçmalık buldunuz, yok efendim yaşam tarzı, yok efendim sanat falan diye millete yutturacaksınız?


Bu böyle homur homur bir şeyler anlattı, poşetin arkasından duyamadım. O anlatırken ben gittim bulaşıkları yıkadım, kediye yemeğini verdim falan.


Geldim, anlatmış bitirmiş. Ne anlattıysa, ne içini döktüyse artık, dizlerini göğsüne çekmiş, zırıl zırıl ağlıyor. Siyah torbanın altından fırk fırk burnunu çekiyor, pis. “Sanat yapoyorom ban, yaşam tarzları anlatoyorom, sanatçolarla roportaş yapoyorom, fotoğroflorını yayonloyorum, insan kendi vücuduyla barışık olmalıoo” falan, nefes alabildiği ölçüde boğuk boğuk, ağlaya ağlaya saçmalıyor.


Elimde kahvem, tepesinde biraz dikildim. Nasıl ağlıyor bu, taş olsan erirsin. Hava da sıcak, torbanın altında... Yüreğim dayanmadı. Gittim yukardan meşhur kalemimi getirdim. Yılar yılı, nesilden nesile sakladığım, altın kalemimi. Bir sandalye çektim karşısına oturdum. Anlatmaya başladım.


“Merhaba, küçük adam. Seninle ilgili çok şey duydum. Babanla çok iyi arkadaştım. Onunla beş yıldan fazla Vietnam’da birlikte savaştık. Umarım sen böyle savaşlar yaşamak zorunda kalmayacaksın. O günler geride kaldı. Ama iki insan, ben ve babanın birlikte düştüğü durumlara düşünce, birbirinin sorumluluğunu alırlar. Eğer hayatta kalmış olan ben olmasaydım, bugün senin baban benim oğlumla konuşuyor olacaktı. Ama böyle oldu ve şimdi ben seninle konuşuyorum. Sana bir hediyem var.”


Torbanın tepesinden altın kalemi uzatıp gösterdim.


“Bu kalem, ilk olarak senin büyükdeden tarafından birinci dünya savaşında satın alındı. Dünyadaki ilk dolma kalem üreten şirketin yapımıdır. O zamana kadar, dünyada sadece kurşun kalem vardı. Bu, senin büyükdedenin savaş kalemiydi, savaş boyunca cebinde taşıdı. Nihayet görevini bitirdiğinde, eve, büyükninene döndü, kalemi çıkardı ve eski bir kutuya koydu. Bu kez ikinci dünya savaşı başladığında, büyükdeden, dedene bu kalemi şans getirsin diye verdi. Ama deden çok şanslı değildi. O bir denizciydi, ve Wake Island savaşında tüm denizciler hayatlarını kaybettiler. Deden ölümle burun buruna olduğunu biliyordu. Kimse oradan canlı çıkacağını düşünmüyordu. Böylece adanın işgalinden üç gün önce, deden, hiç tanımadığı bir adamdan, bu kalemi hiç göremediği oğluna götürmesini istedi. Üç gün sonra da vefat etti. Ama kalemi verdiği kişi sözünü tuttu. Bu adam savaş bitince nineni ziyarete gitti ve o zamanlar bebek olan babana bu kalemi bıraktı.


Bu kalemi. Bu kalem, senin baban savaşta hayatını kaybettiğinde, sağ cebindeydi. Baban Vietnam’da bir kampta esir düşmüştü. Biliyordu ki Vietnamlılar bulurlarsa kaleme el koyacaklardı. Baban kaleme baktı. Bu kalem senin doğuştan hakkındı. Eğer birileri bu kalemi ele geçirirse lanet olsundu. Ve, kalemi, bir şey saklayabileceği tek yere sakladı. Poposuna. Beş uzun yıl boyunca, bu kalemi poposunda sakladı. Dizanteriden ölmeden önce, kalemi bana verdi. Ve ben de bu rahatsızlık verici koca metal parçayı, iki yıl boyunca popomda sakladım. Ve, yedi yıl sonra, evime gönderildim. Ve şimdi, küçük adam, bu kalemi sana veriyorum.”


Sayz bana şöyle bir baktı. Sonra torbadan elini uzatıp ağlaya ağlaya kalemi aldı. Altın kalem torbanın içinde kayboldu.


Dedim, “Sayz, sana bu kalemi veriyorum, ama kalemin yıllar boyu saklandığı yeri gör diye zorlanmaz, ayıp. Sen de bu kalemle yazdığın güzel şeyleri okurlarınla paylaş, onlara çizdiğin kanaviçeleri göster; işlemeler danteller çiz onunla, masallar yaz; kalemi saklayan yerleri açıkta bırakan kıyafetler giyme, okurlarına gösterme.”


-


Sayz yaşlı gözlerle kaleme sarıldı, bu kez daha bir şiddetle ağlamaya başladı. Görünüşe göre numaramı güzelce yutmuştu. Sayz’ı poşete falan sokmadan, tatlı dille, bir filmden aşırdığım saçmasapan bir hikaye vasıtasıyla, edepli-adaplı-akıllı-uslu nasıl olunabileceğini ona göstermiştim. Kim olsa bu hikayenin sonunda verdiğim dersi alır, ona göre davranırdı.


Nitekim Sayz müteşekkir bir şekilde poşetini tuta tuta, zıplaya zıplaya uzaklaştı. O ay yazı falan yazmadım. Ben Sayz’dan, Sayz poşetten, kurtulmuştuk. Artık yok efendim sanat, yok efendim yaşam tarzı diye, öyle meşhur fotoğrafçılar bulup muzır fotoğraflarını basıp, öyle bir şeyler saçmasapan... İşte öyle şeyler yapmayacaktı.


Sonra Sayz’a bir partide rastladım. “N’aber?” dedim, “Altın kalemle şekiller çiziyor musun?”


“Hıı,” dedi. “O kalem bayağı işe yaradı. Satıp kendimize 27 inch bir iMac aldık, süper fotoğraf editleniyor, harbiden çok teşekkürler.”


Sen bir daha benim kapımı çalarsın, Sayz!