Malatya'nın Kadiruşağı köyünde ''Gülsüm'' adı verilen bir inek, ilköğretim okulunun bahçesindeki büstü kırdı. Soruşturma başlatıldı, köylülerin ifadesi alındı. Sahibi, ceza alma korkusuyla Gülsüm’ü başka köye gönderdi.
Zavallımın resimleri heryerde. Ağzında da bir parça ot.
Şimdi bu durumla ilgili bir sürü şey söylenebilir. “Bu inek hala ayaklarını sallaya sallaya geziyor,” falan. “Vay hain inek” denebilir, kim daha inek tartışılabilir...
“Biz Kadıköy’deki boğa heykeline kafa atıyor muyuz!” denebilir mesela. Kuralına göre yaşasana be inek.
Ama ben başka bir şeye değineceğim. Araştırmalarım sonucu ulaştığım Cihan Haber Ajansı görüntülerine.
Büst kırıldı. Şimdi ben kendimi o ineğin sahibinin yerine koyuyorum. Onun hareketlerinden ne kadar sorumluyum? Etinden sütünden faydalanıyorum, evet, ama bugüne kadar onunla bir muhabbete girdiğim, quantum tartıştığım, bakkala ekmek almaya gönderdiğim olmadı. Demek ki aklı ermez. Peki bu şabanın icra ettiği aktivitelerin ne kadarını ben üstlenmeliyim? Kanunlar bu konuda ne diyor?
Biri bana gelip “E bunun sahibi sensin, herşeyinden sorumlusun” dese, “Yahu inek bu, deli misiniz siz?” diyesim gelir ama, bir ödleklik içimize işlemiş, tuttururlarsa “sen sorumlusun” diye, avukatımı arar mıyım? “Ya baksanıza şu mevzuata, kurban olayım inekten ne kadar sorumluyum?” Tam muamma. İnek gitti çok hassas bir noktaya dokundu. Kafa attı daha doğrusu.
Seni tanıdığım güne lanet olsun Gülsüm! Verdiğin süt burnumdan geldi!
Nitekim bizim ineğin sahipleri de şaşkın. Yazılı kaynaklarda var, “korktuk” demişler. Ama görüntüler olayı daha bir güzel resmediyor.
Önce okulun bahçesini görüyoruz. Büstün olması gereken yerde yeller esiyor. Arkada iki kişi mırıl mırıl konuşuyor.
-Hayvan gelmiş kırmış.
-Ee?
-İşte burası. Kırmış.
-Peh. Hayvan işte.
-Hayvan işte. Hehe.
Sonra köylüleri görüyoruz. Yaşlı bir teyze, artık olay ne kadar büyüdüyse tabii, köy meydanı mıdır neresidir, toplaşılmış, orda anlatıyor. Görgü tanığı da değil. Mış’lı muş’lu anlatıyor.
-İçine girmiş atlamış, beyle kırmış. Sonra okulun çocukları geldi dedi ki, kırdı dedi, kaçtı dedi. Boynuzunu vermiş, kırmış. Okula atlamış.
Elleriyle, sanki Godzilla gelmiş hepimizi yemiş gibi pençe hareketleriyle ineği canlandırıyor.
Bu arada olayı gören yok. Heryerde deniyor ki “çocuklar öyle dedi.” Neyse olay büyük, lafı yeter. Ama çocuklar ne kadar eğleniyor, orasını merak ediyorum.
Geliyoruz ineğin sahibine. Ah garibim, nasıl üzgün, ne diyeceğini bilemiyor. Yani etti, süttü, yoğurttu takılıyordu. Şimdi Atatürk, büst falan. Birileri de demiş ki “Kimi suçlayalım ineği mi suçlayalım?” Kadın da mümkün mertebe kendini savunmaya çalışıyor.
-Elimden kaçtı, beni sürüdü, bu kolum da acıdııı... Gittim ki ikisi birden kaşınmaya duruyorlar (inekler niyeti bozmuş demek heralde), Atatürk’ün şeyini kırmışlar, çocuklar bağırdı dedi ki Atatürk’ün şeyini kırmışlar...
Bulamıyor, neyi kırmıştı bu inek? “Büst” ne biçim kelime şimdi, bulamıyor kadıncağız. Orda başka bir kelime etse istedim, fürst desin, burst desin, güst desin...
-... dedi ki Atatürk’ün resmini kırdı dedi (Biliyor resim olmadığını onun, söylediği kelimeden hiç memnun değil). Ben de koştum... Elim acıdı, gidemedim. (İşte köy yerinde bir hayvanın delirmesi hali, bi patırtı kopmuş belli ki. Kadın bizim gibi business oriented systematic thinking proactive management skills vs bilmiyor, müdahale edememiş.)
-Çevirdik getirdik. ‘Size ceza gelir’ falan, ifademizi aldılar...
“Kazayla yani...” diyor en son. “Boynumuz kıldan ince” der gibi yerlere bakıyor.
Ah be Gülsüm...
Neyse efendim, çayırda çimendeyiz. Gülsüm orda takılıyor. Artık Gülsüm mü, başka inek mi ordaki, Gülsüm sürgünde benim bildiğim kadarıyla. Amcasının evine gönderdiler. İnekler çayırda kameraya bakıyorlar. Burası süper. Bakıyor inekler. Büst falan umurunda değil hainlerin.
Haber büyük, haber görüntüleri ot yiyen inekler. Kuş sesleri falan. Mikrofonu ineğe uzatsınlar istedim. Hiç garipsemezdik o noktada ha. Bakardık “Ne diyecek acaba” diye. Bütün vurdumduymazlığıyla kameraya geviş getirsin hayvan. Çığrımızdan çıkalım.
Neyse biz ineklerle bakışırken orda dolaşıp duran adama uzatıyorlar mikrofonu.
Hani tartışmaya gerek olmayan birşeyi anlatırken ter içinde kalırsınız ya. Hani çok net ve açık birşeyi biri sorgularsa, size uzaydan seslenilmiş gibi olur. Köylülerin durumu bu.
-Yani hayvana birşey diyemezsin ki. Ne yaptığını da bilemez. Bilmez de. Ki bunun için hayvanı ben şahsım olarak suçlamadım.
Ta taa. İşte böyle birşeyi sorgulamaya devam edersen, ifadelerin nasıl saçmalaştığını artık kimse kontrol edemez. Adam “Hayvanı ben şahsım olarak suçlamadım” demek zorunda kaldı. “Siz deli misiniz ne yapalım biz şimdi!” diyemediği noktada, “şahsım olarak” diye konuşmak zorunda. Yani otoriteler ne der, hayvanın davranış sınırları nelerdir, kamu malına zarar veren hayvanlar-bitkiler nasıl yargılanır hiçbir fikri yok, bu kadar yaygara koptuğuna göre var bir yamukluk. ‘Dur ben şahsım adına bir açıklama yapayım. Kimseyi yakmayayım.’
Çok güzel. Nefis görüntüler.
Bize küçüklükten beri öğretilen, yetişkin dünyamıza ait kurallara, suç-ceza mekanizmalarına, kanunlara, büyük hassasiyetlere, böyle olaydan haberi olmayan varlıklarca dokunulduğunda, ne güzel apışıp kalıyoruz yarabbim.
Kamu malına bir inek kafa attığında, çocuğunuz patronunuzun ensesine tokadı indirdiğinde, bir bebek sert bakışlı dedenizin suratına bütün yediklerini kustuğunda, futbol sahasına bir maymun girdiğinde, büyükelçinin kafasına papağan konduğunda, vatandaşlık bildirgesine kuş pislediğinde, o surat ifademiz var ya o surat ifademiz...
Karman çorman düzenimizin, zopzor yaşam şartlarımızın, doğallıktan kilometrelerce uzak hayat ayarlarımızın “alt tarafı yaşayacaksın, çok büyütme, ağacın ineğin senden haberi yok” mesajıyla sarsıldığı o surat ifademiz... Zamanda yolculuk etmiş etkisi bırakan “insan düzeni/doğal düzen” buluşmalarında yamulan ağzımız, şaşı olan gözlerimiz...