Kızlar zaman geçtikçe deliriyor. Bir sürü akıllı uslu, kariyer sahibi kadın, konu ilişkiler olunca attan düşmüşe dönüyor. “Reklam sektörünü incelersek talebin yarattığı marjinal etki..” diye vıdı vıdı konuşan bir kadına aniden “Peki Ayşe Hanım, o sizi terkeden oğlan ne olacak?” diye bir sorun bakın. Gözlerinin ufak ufak yuvalarından ayrıldığını, ellerinin serbestçe sallanır halde sarktığını, ağzından çıkan kelimelerin birkaç “hebe lübe”ye dönüştüğünü hayretle gözlemleyeceksiniz. Ben bu olayı Modern Stokholm Sendromu olarak adlandırmayı uygun görüyorum.
Stokholm Sendromu nedir bilirsiniz, rehinenin kendisini rehin alan kişiye duygusal olarak bağlanması. Sendrom, ismini 1973’te Stokholm’de yaşanan bir olaydan alıyor. Söz konusu olayda banka soyguncusu tarafından altı gün boyunca rehin tutulan kadın, soyguncuya duygusal olarak bağlanıyor. ‘Buraya kadar normal’ diyeceğim ama değil, siz bir de sonrasını dinleyin. Kadın serbest kaldığında soyguncuyu savunmakla kalmıyor, oturup kendisini rehin alan banka soyguncusunun hapisten çıkmasını bekliyor. Deli. Delirmiş.
İşime öyle geldiği için sendromun sadece kadınların başına geldiğini varsayacağım, ve aşka uyarlayıp size soracağım: Bu güzelim kadınları bu hale getiren nedir? Keskin gözleri yaylı oyuncakların fıldır gözlerine dönüştüren, Powerpoint kaplanlarını saksıdaki taze soğana çeviren bu şey, nerden çıkar?
Efendim, orda burda okuduklarım ve etrafımda gördüklerim bana gösterdi ki, bu aşk denen şey, iki cins için aynı biçimde gelişmiyor. Erkek dediğimiz arkadaşımız, kadınların kendisinde yarattığı görsel ve işitsel etkilerden yola çıkarak aşık oluyor. Yani sevgili kadınlar, bir erkek sizi gördüğü zaman önce tipinizden ve sesinizden etkileniyor. Ha, şahane görünürsünüz, sesiniz Demi Moore’unkine taş çıkarır ama çok aptalca konuşursunuz adam kaçar gider, onu bilmem. Ama temelde böyle.
Kadınlar ise, en çok kendisinden etkilenen erkeklerden hoşlanıyorlar. Yani kadınların ilgisinin en yoğun olduğu an, birinin kendisinden hoşlandığını düşündüğü an (Origin of Emotions – Mark Devon). Etrafınızda ne çok “bana şöyle çiçek gönderdi, böyle seviyorum dedi,” diye ilişkisini anlatan kadın var, değil mi? İyi inceleyin, bu kadınlar kendilerinin ne hissettiğini hiç sorgulamıyorlar. “Aradıııı,” diye çığlık çığlığa bağırıyorlar. “Beni ordan aldı şuraya götürdü, burdan aldı tekrar aldığı yere bıraktı, bana tuzlu çekirdek aldı, elimi tuttu hiiiç bırakmadı...”
Doğası gereği kendisini sahiplenmiş görünen erkeklere karşı koyamayan bu kadın, şimdi modern dünyada yaşıyor. İşi var, aidatı var, köpeği var. Yani vakti yok. Bir ara bir çocuk falan da yapması lazım. Onunla birlikte çocuk büyütecek, onu yarı yolda bırakmayacak, “sahiplenecek” biri lazım. Ama vakitsizlikten, küçük jestler, sahiplenme görünümlü centilmenlikler ona yetiyor.
“Beni sinemaya götürdü, yanıma oturdu hiiiç kalkmadı, o kadar şekerdi ki...” Yani filmin yarısında çıkmayın, çıkarsanız da mısır alın gelin, yeter. Hep yanında olmayın ama telefonuna mesaj atın, günlerce ses çıkarmayın ama sonra arayıp “yokluğunda çok kitap okudum,” deyin, tamam. “Aradııııı!”
Bu güzelim kadınlar, hem patronlarını mutlu edip hem de akrabalara laf yetiştirirken, hem kira ödeyip hem tatil planlarken, hem gelir tabloları hazırlayıp hem de ne zaman çocuk yapsam diye düşünürken, aşk umutlarını bir türlü yitirmiyorlar.
Modern Stokholm kadınlarının, hapisteki soyguncuyla yaşlanmayı hayal etmeleri için, altı gün rehin tutulmalarına gerek kalmıyor. Üç saniye gözlerinin içine bak, bir film boyunca da ellerini tut. Kel başın, şimşir tarağın yanına kar kalıyor.