11 Mart 2011
Kovalasın seni tavşanlar
Dört-beş sene önce bir yaz sabahı, Antalya’dan, annemden gelen telefonla uyandım.
Dört-beş sene önce bir yaz sabahı, Antalya’dan, annemden gelen telefonla uyandım.
“Nil, biz dün yengenle kaza geçirdik. Sana söylemek istemedik, iyiyiz ama çok kötüyüz ühüüüüüü!” Deli deli konuşarak ağlıyor annem.
Beynimden vurulmuşa döndüm. “Nasıl, ne diyorsun!!? İyi misiniz? Nasıl oldu bu iş?!!!”
Annem ve hanım arkadaşları, Antalya’da her yere yürüyerek gitmeleriyle meşhurdurlar. Antalya’da meşhur değillerdir tabii, aile içinde meşhurdurlar.
Gidecekleri herhangi bir yere ulaşmak için evden iki saat önce falan çıkarlar. Ben uçağa binip başka şehre gideceğimde o kadar erken çıkmıyorum evden... O derece.
Antalya’da olduğum zaman annemle birlikte bir yere gideceksek benim de vay halime. “Yahu rahat rahat hazırlansak da taksiye dolmuşa falan binsek anne?” “Yürücem ben! Sen de benle yürüceksin! Bitmiştir!”
Annemin beni her şeye bu derece tatlı dille teşvik etmesine bayılırım. Böylece benim de bilgisayar başında oturmaktan neye yaradığını unutmuş ayaklarım, iki adım yolları arabayla gitmeyi komut veren beynim açılır; hem biraz hareket etmiş olurum, hem de yanyana yürürken sohbet etme imkanı buluruz. Şahane.
İşte yine böyle bir maraton günü, annemle yengem kaldırımda pıtı pıtı yürürlerken...
“Bir tane minibüs apartmana mı ne girecekmiş, hiç yavaşlamadan yoldan kaldırıma çıktı... Yani biz öööyle yürürken, birdenbire korkunç bir darbe! Ben bir tarafa uçtum, yengen başka bir tarafa. İkimiz kaldırımın bir ucundan bir ucuna uçtuk. Allahtan çalılar çimenler vardı, oralara düştük!”
Annem olayı tekrar tekrar anlatırken, ikisinin de bir yerlerinde kırık çıkık falan olmadığını öğrenince, doktor kontrolünden iyice geçtiklerinden, büyük bir şans eseri birkaç çürükle olayı atlattıklarından emin olduktan sonra, ben tabii biraz da rahatlamış olduğum için, durumla biraz eğlenmeye, annemi de güldürmeye çalıştım.
“Nasıl uçtunuz anne ya, gözümün önüne geliyor, öyle anlatma uçtuk uçtuk falan diye n’olur.”
“Sadece uçmakla kalmadık kızım. Sonra ambulans doktor falan geldi. Sağlık görevlileri bize bir şey üflettiler. Ben zaten acılar içinde yerde yatıyorum, kadın bana bir şey üfletmeye çalışıyor. ‘Nedir bu, ne üflüyorum ben?’ diye ağlaya ağlaya sormuşum. ‘Alkol muayenesi hanımefendi. Üfleyin,’ demesin mi?”
Ne? Nasıl yani? Ne alkol muayenesi?
Ben böyle “Neeee? Höööö?” diye sorarken annem devam etti.
“Yahu dedim, ühüüüüü, yani dedim içki içmiş olsam, sarhoş olsam kaldırımda yürüyemeyecek miyim ben? Ühüüüü ffffffffffff”
Hem ağlamış hem üflemiş zavallı anneciğim.
Normalde bir kadeh şarap içince “Ay ben fena oluyorum” diye koşa koşa gidip yatan kadın, “Sarhoş sarhoş sokaklarda gezemeyecek miyim beeeeeen?” diye o yaralı haliyle bir de saçmasapan tartışmaya girmek zorunda kalmış görevlilerle.
İşte geçen gün Antalya’da Kaleiçi’nde otururken alkol muayenesine “uğrayan” ve 0.22 promil alkollü oldukları gerekçesiyle 75 TL cezaya çarptırılan vatandaşların hikayesini okuyunca, bu olayı hatırladım.
5326 sayılı Kabahatler Kanunu’nun ‘Sarhoşluk’ başlıklı 35. maddesinden işleme uğrayan ve kişi başı 75 TL ceza kesilen gençler, neye “uğradıklarını” şaşırmışlar tabii.
Söz konusu maddeye bakınca görülüyor ki, kendisi “sarhoş olarak başkalarının huzur ve sükununu bozacak şekilde davranışlarda bulunan kişilere” uygulanıyor ve bu maddeye göre alkolün etkisi geçene kadar kişinin gözetim altında tutulması gerekiyor. Kanun bu şekilde.
Bir de bu gençler araç kullanırken denetime girseydi 0.50 promile kadar hakları vardı.
Yani oturduğun yerde sakin sakin, üstelik de iki yudum içki içmenin cezası, bu gençler için hepsinden daha ağır oldu.
Bu cezanın ardından yayınlanan haberler üzerine Antalya Cumhuriyet Başsavcılığı, polislerin yetki aşımı yapıp yapmadıklarına yönelik inceleme başlattı. Para cezası uygulanan vatandaşlar da hukuksal süreç başlatacaklarını açıklamıştı.
Olayın üzerine bir sosyal paylaşım sitesinde bir araya gelen ve çoğunluğunu avukatların oluştuğu grubun, Antalya Kaleiçi Yat Limanı’na giderek yapılan uygulamayı protesto amacıyla amfi tiyatroda bira içeceğini duydum ve hemen annemi aradım.
“Anne, sen de benzer bir olayın mağduru sayılırsın, git amfi tiyatroda bir bira çak, koş git!”
Annem fazla konuşamadı. “Teyzenlere gideceğim Nilcim dalganın sırası değil, evden çıkmam lazım şu an.” Saat sabahın 9’u.
“Hayırdır kahvaltıya mı gidiyorsun?” dedim. “Yok,” dedi, “Öğleden sonra 2 için sözleştik, ama yürüyerek gideyim diyorum. Bira içip protesto yapmaya falan gidemem, sonra allah korusun bir kaza falan olur, kaldırımda yürüyen yayaya araba çarpar, yaya alkolden ceza öder, sonra pamuk prenses gelir, kırmızı büyük bir şapka alır ve kurbağayı havaya fırlatır, derken oradan geçmekte olan bir rakun kendi etrafında dönmeye başlar ve mısır püskülleri etrafa yayılır...”
“Evet anne ya,” dedim, “Hakikaten bu söylediklerin senin başına gelenden, amfi tiyatrodakilerin başına gelenden, gazetecilerin başına gelenlerden, sade sade yaşamaya çalışan kimsenin başına gelenlerden daha saçma değil. Bravo. Rakun sevdiğimi bilip o şekilde örnek verdiğin için de teşekkürler.”
Hiç gülmedi annem. “Hadi canım. Biberleri dübelle ve çiçekleri sulamayı unutma. Kaldırımda yürüyeceksen içki içme. Paytakları öp benim için. Böylece kimse seni kovalamasın. Ha, kovalayabilir seni tavşanlar,” deyip telefonu kapattı.
Delirmiş gibi davranmak zorunda kalmayacağımız bir hayat dileğiyle...
Tekrar hoşbulduk!