Başka zaman olsa yazmazdım. Ama bu kez gecikme bahanem bu. Amerika’daydım.
Herkes birbirine bir saygılı, bir saygılı. Eskiden çok severdim. “Ne güzel,” derdim, “İnsan olduğunu hatırlıyorsun buralara geldiğin zaman.”
Bu kez çok battı bana bu saygı-sevgi-hoşgörü işi.
“Merhaba, nasılsın, seni görmek o kadar güzel ki, harika görünüyorsun! Umarım mutlusundur, her şey o kadar güzel ki...”
Ay bi sus!
“Ne oldu, iyi misin? Sana bir şey getirmemi ister misin?”
Bir dayandım, iki dayandım. Konferansın daha ilk günü, ikinci kahve molasında Türk arkadaşlarım kendi kendime “Öldürücem ben bunları. Geberticem!” diye bağırırken bulmuşlar beni.
Son zamanlarda nasıl bir kurtlar sofrasında debeleniyorsam, bünye nezaket nedir unutmuş.
“Özür dilerim, geçebilir miyim acaba? Çok teşekkür ederim.”
Geç arkadaşım, geç. Ne özür diliyorsun. Yolu İspanyol boğası gibi kapatmışım, geçerken bir de tekme atsan yeridir. Alışığız biz. Korna çal bana. Nanik yap.
“Yardıma ihtiyacınız var mı? Size nasıl yardımcı olabilirim?”
Ya yok yardıma ihtiyacım. Türküm ben, kendi kendimin fotoğrafını çekmeye çalışıyorum şurda, rüzgarda çarşaf büyüklüğünde bir haritanın içinden çıkmaya çalışıyorum. İstemiyorum yardım mardım. Kimbilir çantamı mı çalacaksın yardım ayağına, cüzdanımı mı iç edeceksin...
“Gelin ben size metro kartımı vereyim, aceleniz var gibi görünüyor.”
Ne münasebet yahu. Ne demek kartımı vereyim şimdi durup dururken? Kimbilir ne sapıklık var bunun arkasında. Pis sapık!
Metrodan çıkıyorsun, taksiye biniyorsun, koltuğun arkasında koca bir dijital harita, taksi hangi yolu takip ediyor, tıkır tıkır izliyorsun. O çok sevdiğin “Beni kaçırıyor mu bu, dolaştırıyor mu bu adam bizi?” adrenalinini yaşaman yasak.
Taksi şoförü senin gitmek istediğin yeri bilmiyor. Cep telefonunla arkadaşını arıyorsun, şoföre diyorsun ki ,“Konuşur musunuz lütfen arkadaşımla?” I-ıh. Yahu arkadaşım telefonda işte, bir zahmet dinle de tarifi versin. Yok.
Adam şoför koltuğunda sağa çekse bile telefonu eline alamazmış. Neymiş efendim, çok tehlikeliymiş. Dur ben senin sosyal güvenlik numaranı alayım da, devlet görevlilerine şikayet edeyim de, aklın başına gelsin.
Trafik işaretlerine bakıyorsun. Bir tanesinde “Unnecessary noise prohibited” yazıyor. Yani gözünü sevdiğim korna sesi değil sadece yasak olan, her türlü bağırtı-kavga-dövüş yasak. “Gereksiz ses yapmayın.” Çıldırırsın.
Arkadaşınla ve iki küçük çocuğuyla buluşuyorsun. Çocuklardan biri 4, diğeri 8 yaşında. Biri bir şey istiyor, arkadaşın “Hayır tatlım, şimdi değil,” diyor. Bu kadar. Çocuk hemen başka bir dünyaya dalıyor.
Arkadaşın büyük çocuktan küçük olanı dolaştırmasını istiyor. “Teşekkürler tatlım,” diyor. Alıyor mu sana “Bir şey değil anneciğim,” diye bir yanıt! Çocuklar el ele yürüyüp gidiyorlar.
Yahu bunlar çocuk da, bizim Türkiye’dekiler patlıcan mı? Nerde viyak viyak - saç saça baş başa boğuşmalar, ‘İsterim de isterim’ diye tutturmalar? Unnecessary noise prohibited. Beşikten mezara demek ki.
Kaldırımın birinde yürüyorsun. Elinde bin tane bavul, durayım biraz dinleneyim diyorsun, “No Standing” (“Ayakta durup etrafına aval aval bakınma!”) diye bir levha. Kaldırım darmış. Durup milletin yolunu kapatmayacakmışsın.
Adamların dar dediği kaldırıma, biz bütün sülale sığarız, üzerimizden bir de kamyon geçer, gıkımız çıkmaz.
Bir kafeye giriyorsun. Starbucks kültürümüz oturmuş allaha çok şükür, grande latte’mizin ücreti neyse ödemeyi, ismimizi verip paşa paşa diğer tarafa geçmeyi biliyoruz. Ama bütün yediğini içtiğini kaldırıp bir de masayı silecekmişsin, işte bunu bilmiyoruz!
Dövizimi ödemişim, kafeinimi kana karıştırmışım, yoluma gideceğim. Manolo Blahnik’lerimle kimbilir kaç blok yürüyeceğim, bardakları da siz kaldırıverin yahu!
Bırak denize atmayı, elinde plastik şişeyle bazı binalara girmen yasak. “Bana bakın,” diyesin geliyor, “Ben plastik su şişem olmadan şurdan şuraya adımımı atmam. Her şeyin plastiği güzel bizim oralarda. Sandalye olsun, palmiye olsun...”
Işıklı ışıklı plastik palmiyelerim var benim restoranlarımın ortasında, renkleri lunapark yeşili. Mis gibi. Dünyadan haberiniz yok ayol!
Teşekkür etmekten, günaydın demekten, özür dilemekten, çevreyi korumaktan için kıyılıyor ki, imdadına yine bir Türk yetişiyor.
Bir yere geç kalmışız, yine taksi bekliyoruz. İlerde bir taksi yolda duruyor, yolcu adayına nereye gideceğini soruyor, yanıtı beğenmiyor, basıyor gaza. Allah allah, çok tanıdık bir hareket.
Biz de durduruyoruz aynı taksiyi, “Nereye?” diyor, “Şuraya,” diyoruz. “Yalnız my meter is broken.” Hmm... Taksimetre bozuk. Kaşlar kalın, aksan aynı bizimki, tavır desen only in Turkey. Boynunu büküş, yan gözle yola bakış... Bir “Karşının taksisiyim” demesi eksik. “Şşt. Türk müsün sen?” Oh my god, unbelievable, awesome! Atlıyoruz arkaya. Bir mutluluk, bir mutluluk.
Koltuğun arkasındaki ekran da kırık. Diyor ki, “Bunlar hep yasak aslında. Hemen gidip taksimetreyi falan yaptırmam lazım normalde. İki aydır yediğim cezayla bütün okul masrafımı öderdim.” İsmi Ahmet, Amerika’ya İngilizce öğrenmeye gelmiş, iki senedir burada hem çalışıyor, hem okuyor. Canım benim, al bakalım şu 20 bucks’ı, keep the change koçum. Haydi kolay gele, my lord işini rast getire adamım!
-
“Yahu ne oldu bu Amerikalılara, iyice bir kibarlaşmışlar. 11 Eylül’den sonra paranoyak, deli manyak olmamış mıydı bunlar?” diye düşüne düşüne, okyanusları aşıp evime giriyorum ki, günün haberi:
“Barack Obama tarafından Haiti için bir fon oluşturulmasını koordine etmekle görevlendirilen George W. Bush, yoksul halkın terli elini sıktıktan sonra elini yanında bulunan selefi Bill Clinton’ın gömleğine silerken kameralara yakalandı.”
“Jet lag” kafamla ulaştığım Pollyanna psikopatlığı mertebesinden, Akdeniz iklimine plastik palmiye dikmemeniz, terli ellere yapışıp onları hiç bırakmamanız dileğiyle...