Nihat Kentel

26 Mart 2014

Üçüncü Kriz Dalgası

Ekonomik birikim dönemleri aynı zamanda kriz enerjisinin de yüklenme dönemleridir.

Ekonomik birikim dönemleri aynı zamanda kriz enerjisinin de yüklenme dönemleridir.

ABD’de 2007 yılında oluşan banka iflaslarını önlemek amacıyla uygulamaya sokulan FED (Amerikan Merkez Bankası) politikaları gelişmekte olan ülkelere çok büyük miktardaki sermaye akışını da sağlamış oldu. ABD ve Avrupa’da faizlerin düşmesiyle birlikte, orta kesimlerin rant ihtiyacını doyurmak amacıyla sigorta, banka ve diğer finansal aracı kurumlar ellerindeki paraları daha yüksek faiz getirisi sağlayan Türkiye gibi gelişmekte olan ülkelere yönlendirdiler.

Bu sermaye akışı ve döviz bolluğu, bu ülkelerdeki yerli para birimlerinin değerlenmesine yol açtı. TC Merkez Bankası ihracat sektörünü desteklemek ve aşırı değerlenmeye karşı TL’ye verilen faiz oranlarını görece düşük tutmaya çalıştı. Ancak taze paranın girişi ülke içindeki görece yüksek faize bağlı olduğundan, yabancı yatırımcıları ürkütmemek “noktasında”, bu politik olarak sağlanamadı. Dış ticaret açıklarını kapatmaya çalışmak bir yana, açık son on yılda sürekli olarak arttı. (Bkz: Ödemeler Dengesi Analitik Durum). Finansman geldiği sürece bu açıklar konu edilmedi ve hatta dış kaynaklara güvenilerek bunun sürdürülebilir olduğu bile belirtildi. Gelen taze dış kaynaklar o kadar arttı ki, bazı hükümet liderleri bu borçların yanında devede kulak kalan IMF borçlarını kapatmış olmakla övündü.

Dünyanın 2008’de gayrimenkul şişkinliğinin patlaması ile içine girdiği, daha sonra Avrupa Topluluğu ülkelerinin borç patlaması ve geri ödeme sorunlarıyla sürüklendiği krizin üçüncü dalgası bugün kapıya dayandı. Geçen yıl ortalarında FED’in tahvil alımını zamanla azaltacağı olasılığının ortaya çıkması ekonomik kalkınmalarını taze Amerikan dolarına bağlamış ülkeleri doğrudan etkiledi.

Para arzı üzerinde doğrudan etkisi olan tahvil alımının azaltılacağı ve bunun sonucu olarak ABD’de faiz oranlarındaki artış beklentisi, rant arayışındaki uluslararası yatırımcıların, son yılların örnek çocuğu olarak gösterilen Brezilya, Türkiye, Hindistan, Endonezya ve Güney Afrika gibi ülkelere sırtını dönmesine yetti. Yatırımcıların servetlerini yeniden ABD’ye, yani kısmen yuvaya geri yöneltmeleri sonucu bu ülkelerin döviz kurları hızla düşmeye başladı.

Bu ülkeler buradan kaynaklanan kan kaybının daha fazla artmaması için bu güne kadar ertelemiş oldukları önlemleri yürürlüğe koydular. Yatırımcıların kaçışını önlemek amacıyla faiz oranları artırıldı.

Faiz oranlarının yükseltilmesi ise, bu ülkelerdeki piyasaları daraltacak ve ekonomik büyümelerini olumsuz etkileyecek bir tehdit olarak ortaya çıktı.

Bütün bunlara FED eski başkanı Bernanke’nin kısacık bir açıklaması yolaçtı. Türkiye ve yukarıda adı geçen diğer ülkeler ABD’deki bir FED kararının kurbanı oldular.

Son yıllarda dışarıdan gelen taze paraya güvenilerek sürdürülen ve pek de önemsenmeyen dış ticaret açıkları, bu paranın kesilmesi ile birlikte tıpkı Türkiye’nin 2001 krizine yol açtığı gibi yeniden gündeme geldi. 2001 yılındaki krize girilirken cari işlemler açığı yaklaşık 10 Milyar Dolar iken, 2013 sonu itibariyle 65 Milyar dolara ulaştı. Tarihin bir tekerrürünü gözlemlemek için bu yeterli bir miktardır.

Dış finansmana dayalı bir ekonomi oluşturulduğu zaman, dünya üzerindeki çeşitli etkenlerin belirlediği çekirge sürüsü gibi dolaşan finansman kaynakları kesildiğinde veya olumsuz bir seyir izlediğinde yaşanacak olan en basit tabiriyle krizdir.

Kolay dış finansman dönemleri, iktidarlar için ekonomik reformları hayata geçirerek zor zamanlara hazırlanma dönemleridir. Oysa Türkiye geçtiğimiz on yıllık dış finansmana dayalı büyüme döneminde hazır kaynaklarını, milli gelirini çok kısa sürede artıran sektörlere ayırdı. Buna karşın toplumu acıtıcı ama iç piyasaları zor zamanlara hazırlayan ve krizlere karşı bağışıklık kazandıracak dış borç yükünü azaltıcı yapısal reformlar gerçekleştirilmedi.

Türkiye bugün ciddi bir ikilemle karşı karşıya. Ya bugün olduğu gibi dış kaynaklı sermaye yüksek faizlerle yurt içinde tutulmaya çalışılacak, bu ülke içi talebi ve yatırımları, dolayısıyla büyümeyi daha da boğacak, ya da sermaye çıkışına göz yumulacak ve ithalat girdilerinin pahalanması yoluyla uzun vadeli etkileri olan bir enflasyona yol açılacak.

80’li yıllardan hatırladığımız, hem iç talep ve ekonomik daralma hem de enflasyon olgusu karşımıza çıkabilir.

FED, Türkiye’nin en zayıf gelişmekte olan ülke olduğunu açıkladı. Cari açık kendisini çok güçlü hisseden bir ülke ekonomisinin Aşil topuğudur. Bir anayasa kitapçığının yayından fırlaması ile tam 13 yıl önce topuğundan vuruldu bu ülke. Galiba bu sefer de benzeri bir durumdayız ve dünya ekonomik krizinin üçüncü dalgası Türkiye’den başlayabilir.  

“Neoliberal mihraklar” tarafından gelişmekte olan ülkelere dayatılan ve bu ülkeler tarafından da büyümelerini hızlandıracağı varsayılan, uluslararası sermaye hareketlerine açılma stratejisinin tıkandığı bir noktadayız. On yıldır bu açılmayı, yüzyılın fırsatı olarak değerlendiren bir iktidar izledik. Şimdi kolay paranın rehavetine kapılmış bir ekonominin nasıl gerileyebileceğinin örneğini izleyebiliriz. Bu bir kehanet değil. Komşumuz Yunanistan’a bakmak yeterli.