Nejla Kurul

19 Mayıs 2024

Okulda şiddet ve eğitim sendikalarının iş bırakma eylemi

Çoklu krizlerin arasında eğitimde şiddetin yol açtığı krizi yaşıyoruz. Bu kriz, sorunu yeniden düşünmemizi ve şiddeti engellemek için harekete geçmemizi sağlamalı. Ancak önceden oluşmuş yargılarla, önyargılarla tepkisel duygulanışlar içinde olduğumuzda çözüm üretemeyiz. Düşünceyi harekete geçiren şeyin farkına varmamız, onu anlamamız ve makro alanda olduğu kadar eğitimin en moleküler düzeyi olan okullarda ve sınıflarda yeni bir tarzda, yapabilirliklerimizin yolunu bu olayın duygusal şiddetini üzerimizde hissederek açmalıyız. Öğretmenlerin yol açıcı bir işlev görmesi çok önemli!

Yeni bir yaşamın hemen kıyımızdan gürül gürül akışına karşın yok edici şiddetin yine hemen yanı başımızda olabilmesi ne kadar acıdır! Şiddeti engellemek konusunda çok sayıda yapabileceğimiz şey olmasına karşın kutuplaştırıcı siyasetin ve siyasal iktidarın ördüğü duvarlar, koyduğu sınırlar, yarattığı otoriter iklim nedeniyle bunların ertelenmesi de başka bir acıdır! Oysa şimdi ve burada yapabileceğimiz çok şey var. Sorgulamadan edemiyoruz, şiddetin her türü, özellikle yok edici bir şiddet akla bile gelmemeliyken bir seçenek haline mi geliyor? Hınç, kin intikam duygularının yoğunlaştığı kötü bir iklimin değişimi hangi yollar örülerek hangi işleyişlerle olacak?

Şiddet sarmalı büyüyor!

Şiddetin geldiği düzeyi ortaya koymak için sadece bir ay öncesinin rakamlarına bakmak bile yeterli! Kadın Cinayetlerini Durduracağız Platformu, 2024 Nisan ayına ait raporunu açıkladı[1] ve Türkiye genelinde 32 kadının öldürüldüğünü ve 13 kadın ölümünün ise şüpheli olduğunu belirtti.

İşçi Sağlığı ve İş Güvenliği (İSİG) Meclisi'nin raporuna göre[2] Nisan ayında en az 163 işçi hayatını kaybetti. İş cinayetleri kanayan bir yara! Yaşamını yitiren SOMA işçilerini ve diğerlerini unutamıyoruz! Emekçilerin çalışma sürecinde güvenliğini sağlayacak, işçilerin sağlığını koruyacak önlemler alınmış olsaydı işçiler yaşıyor olacaklardı. Türkiye Yüzyılı Maarif Modeli içinde emekçilerin haklarını da kapsaması gereken "İnsan Hakları, Vatandaşlık ve Demokrasi" dersinde ne işçi haklarından ne de sendikalardan söz ediliyor. Böyle önemli bir dersin içeriğinin çok cılız olduğunu görüyoruz. Yaşamını yitiren işçiler, emekçiler yaşamlarının bir döneminde okullarda öğrencilerdi ve güçlenmek için örgütlenmeyi, gerçek örgütlenme olan sendikalarında etkin olmayı ve sağlıklı ve güvenli işlerde çalışmaları için tetikte olmayı ve harekete geçmeyi öğrenmeliydiler.

Gereksinme duyduğumuz şeyler, kadın dostu kentler, emekten yanan kentler! Şairane biçimde konakladığımız kentler! İçinde yaşayan insanların sayısına değil, sokak yaşamının niteliğini önemseyen kentler! Başta yaşam hakkı olmak üzere kadın haklarını gözeten, işçilerin sağlığını ve işyerlerinin güvenliğini sağlayan fabrikalar, tarlalar, inşaat alanları! Yaşamın gerçek sorunlarına odaklanan üniversiteler, okullar!

Şiddet sarmalı içinde okulda şiddet düzey atlıyor!

Yazımızın "eğitimde şiddet ve iş bırakma eylemi" başlığının ilk sözcükleri olumsuzu, duygu olarak kederi çağrıştırıyor. Olumsuz olan, düşünmeyi ve eylemi harekete geçiremiyor, derin bir keder duygusunun doğurduğu edilgenliği besliyor. Sonraki sözcükler "iktidar aygıtı tarafından kapılmadan", okula kapanmadan, rutin gündelik yaşamdan kaçış çizgileri örerek, "bizlerin, eğitim emekçilerinin yapabilirliklerine" işaret ediyor ve hissettirdiği "İşte öğretmenler! Bakın şiddete karşı tepki veriyorlar, düşünüyorlar ve eyliyorlar!" duygusu ile olumlu olanın, farkın işaretlerini veriyor. Her düşünce ve eylemin anatomisine bakarak, düşünenleri ve eyleyenleri değerlendirmek, eylem düzeneği (eylem asamblajı) içindeki farkları görmek ve düşüncemizi yeniden harekete geçirmek, bir kez daha düşünmek ve yeni yaratıcı yollarla yeniden eylemek gerekiyor.

Olay, okul yaşamı içinde korku, kaygı ve eğitimin bileşenleri arasında güvensizlik duygularının birden bire belirivermesine ve tetikte olma halinin doğuşuna yol açtı. Cinayet yerinin okul olması, bir "özel okul müdürünün", 74 yaşında çalışmak durumunda kalan bir eğitimcinin, "okuldan atılan 17 yaşındaki eski öğrencisi" tarafından öldürülmesi bizleri, kamuoyunu derinden etkiledi. Her toplumsal alanda olduğu gibi okullarda da öğrencilerin, öğretmenlerin, yöneticilerin, velilerin aralarında gerilimler, uyuşmazlıklar, anlaşmazlıklar, karşıtlıklar olur, bunları çözebilecek işleyişler inşa edilebilir, sorunlar konuşulabilir, tartışılabilir. Ancak çatışma, "karşısındaki insanı yok etme" boyutuna nasıl ulaşabilir? Hakkında düşünmemiz gereken sorun bu!

Geçen hafta tanık olduğumuz kedere yeniden dönelim. Yitirdiğimiz okul müdürü, öğretmen İbrahim Oktugan'ın öğrencisinin silahıyla karşılaşması ve öldürülmesi karşısında özellikle muhalif eğitim sendikaları ve üyelerinin yoğun katılımı ile 10 Mayıs Cuma günü şiddete karşı bir gün iş bırakıldı. Diğer eğitim sendikaları üyelerinin bir kısmı da iş bıraktı, sendika yönetimleri basın toplantıları düzenlediler ve açık alanda basın açıklamaları yaptılar. Sendikaların hareketine destek veren veliler, öğrencilerin de olduğunu tahmin etmek güç değil. Olay, okulun çok mütevazı, rutin, tarih dışı, sanki hiç değişmez gibi akan gündelik yaşamı içinde yası toplumsallaştıran, şiddet ikliminin değişimi arzulayan, kamuoyunun dikkatini çeken bir çığlığa dönüştü. Okul bir gün bile olsa, kapalı bir kutu olmaktan çıktı, eğitim emekçilerinin akışıyla sokaklar öğrenme mekânı oldu.

Bu olayda hikâyeyi yeniden yazsaydık İbrahim Hoca'nın yaşadığı ve tetiği çeken çocuğun cezaevinde değil, yaşamın içinde olduğu koşullar ve düzeneği nasıl oluşturabilirdik, başka bir oluşu nasıl inşa ederdik! İçinde ekonomik, fiziksel, kültürel, psikolojik, cinsel, hiçbir şiddetin olmadığı, tersine demokratik, özgür, eşit ve adil, barışçı bir eğitim için ne yapabiliriz? Yirmi milyon öğrencinin ve bir milyon 200 bin eğitim emekçisinin bu konuda güçlenmesini, gelişmesini ve özgürleşmesi sağlayacak birlikte güçlenme-gelişme ve ilişki ağlarını nasıl oluşturabiliriz?

Eğitim sendikalarının tepki vermesi önemli, ancak şiddeti önleme arayışında etkileri artacak mı?

Sendikalı eğitim emekçileri, sendika üyesi olmayan öğretmenler çok haklı bir tepki verdiler şiddete karşı. Bu hafta derslere başlandı, okullarda her şey eskiden olduğu gibi mi devam edecek, yani gündelik olağan okul yaşamına mı dönüldü? "Eyleminizi yaptınız, bitti, haydi sınıflara!" diyecek çok sayıda eğitim yöneticisi olduğunu ifade etmeliyim. Öte yandan "yaygınlaşan şiddeti geriletmek için okul düzeyinde, mikro alanda da bir şeyler yapmalıyız" diyen binlerce öğretmenin söz akışlarını duyar gibiyim. Yani sorumuz şu: Olay ve iş bırakmanın titreşimleri okullarda devam ediyor mu? Eğitimde şiddet okullarda nasıl ele alınabilir?

Spinoza'nın ünlü sözünde olduğu gibi, bir bedenin neler yapabileceğini henüz bilmiyoruz, nasıl yaşayabileceğini de. Ezilenlerin Pedagojisi kitabında Paulo Freire'nin ortaya koyduğu eseri gibi[3], eleştirinin yanı sıra, tüm bileşenlerin farklı perspektiflerinden "peki neyi, nasıl yapabiliriz?" sorusuna birlikte cevap aramalıyız. Bir olayı, eğitimde şiddet olayını, "sahte" problem haline getirmekten kaçınarak çok yönlü değerlendirmek gerekiyor, üstelik hep yoklarmış gibi davranılan öğrencilerle birlikte… Sanatla, bilimle, siyasetle ve sevgi ile düşünceyi harekete geçiren gerçek sorun üzerine söyleşmek ve sorunun iktidarla ilişkili, öğretmenlerle ve öğrencilerle, hatta velilerle ilişkili boyutlarını etraflıca irdelemek gerekiyor.

Bir söylem alanı olan okullarda "birlikte düşünmüyor ve konuşmuyoruz" diyen öğretmenlerin yakınmasını anımsıyorum. Kuşkusuz eğitim bileşenlerinin konuşması, öğretmen, öğrenci ve veli arasında karşılıklı güvenle olur, kişi baskı altında olmazsa, ifade özgürlüğü olursa rahatça konuşur. Okulun iklimi demokratikse eğitimin bileşenleri konuşur. İş güvencesi varsa eğitim emekçileri özgürce konuşur. Ancak her ne yaşanıyor olursa olsun, okullar, düşünme, konuşma ve şiddeti önlemede yaratıcı yolların bulunabileceği mekânlardır. Karşılaşmaları örgütleyerek düşünce akışlarını ve çoğul ifade pratiklerini sergileyeceğimiz yerlerdir okullar.

Siyasal iktidardan şiddeti engelleyecek bir yasa beklemek ne demektir?

Eğitim sendikalarının bir gün iş bırakarak şiddete karşı direnme eyleminin taleplerini hızlıca gözden geçirmekte fayda var. Zamandan kazanmak için dört büyük eğitim sendikasının internet sayfalarında olayla ilgili paylaştığı basın metinlerine hızla göz atalım. Eğitim ve Bilim Emekçileri Sendikası (Eğitim Sen) dışında tüm diğer sendikaların bu vahim olay üzerine siyasal iktidardan güvenli okullar için yasa talep etiklerini görüyoruz. Bu oldukça şaşırtıcı! "Alışageldiğimiz düzen bu! Bunun neyini garip buldunuz diyeceksiniz! "Sendikaların paylaşımlarını biraz daha açarak yanıtlayalım.

Eğitim Sen'in açıklamasının başlığı "Okulda Şiddetin Hedefi Olan Bir Meslektaşımız Daha Hayatını Kaybetti! Okulda Şiddet Sona Ermeli, Can Güvenliğimiz Sağlanmalıdır!" Eğitim Sen, bir yasa talep etmiyor, olayı [dışarıdan gelen] şiddet sarmalının okulları da içine almasıyla ilişkilendiriyor ve eğitimde şiddete karşı katılımcı bir mekanizma ile demokratik, katılımcı eylem planı hazırlanmasını talep ediyor:

"Toplum olarak hayatımızın her aşamasında evde, sokakta, iş yerlerinde her gün karşı karşıya kaldığımız şiddet olgusunun uzun süredir okullarımızı da sarmalamış olması çok sayıda meslektaşımızın şiddetin hedefi haline gelmesine neden olmaktadır"… Bugün bir eğitim emekçisini hayattan koparan ne basit bir öfke krizi, ne failin öğrenci ya da veli oluşu, ne de öğrencinin uyruğu ile ilgilidir. Bizzat bakanın yaptığı açıklamalarda eğitim sisteminde yaşanan olumsuzlukların temel nedeni olarak öğretmenleri göstermesi, CİMER uygulamasının velilerin elinde bir sopaya dönüştürülmesi, MEB'in eğitimde yaşanan sorunlara çözüm üretmek yerine öğretmenleri ve idarecileri veli/öğrenci karşısında tek muhatap olarak bırakması, bugün yaşananlara zemin oluşturmuştur."

Eğitim İş basın metninin başlığını "Can Korkusu İle Eğitim Olmaz Yaşamak İstiyoruz!" olarak ifade ediyor, Türkiye'yi kuşatan şiddet sarmalından söz ederken çocuğun geldiği ülkeyi açıkça ifade ediyor ve göçmen çocukları olayın içine dahil ederek göç karşıtlığını hissettiriyor. Bunun kötücül tınlamalarıyla başka türlü bir şiddeti besleme olasılığını gözden kaçıyor. Eğitim İş'in "acil adımlar" olarak ifade ettiği, "güvenlikçi bir yaklaşım" ve "yasal alt yapı oluşturma" içerikli taleplerinden bazıları şunlardır:

"Özel ya da devlet okulu ayırmaksızın, tüm okulların güvenliği derhal sağlanmalıdır. Devleti yönetenler hem devlet okullarını güvenli hale getirmeli, kadrolu güvenlik personeli atamalı ve giriş kapılarına detektörler koymalıdır. Özel okullarda da aynı güvenlik önlemlerinin alınması şart koşulmalı ve bu konuda sıkça denetim yapılmalıdır.

"Failler toplumun vicdanını rahatlatacak ve yeni olaylar açısından caydırıcı olacak şekilde cezalandırılmalı, bunun yasal altyapısı yoksa derhal oluşturulmalıdır."

Bu talepler bugün üniversite yerleşkelerinde yapılan, girişte aramalar, kameralar, halkın üniversitenin içine rahatça giremediği yüksek güvenlikli duvarlar oluşturma, idari personel yerine ifade özgürlüğü bağlamında yapılacak her türlü açıklamayı bastıracak güvenlik görevlileri istihdamı politikalarıyla uyumludur. Bir süre önce öğrenci olarak girdiği okula, bir süre sonra karşıtını yok etme amacıyla giren bir çocuğu şiddetten vazgeçirecek olan bu mudur? Şiddet mahalli okul olmasın da neresi olursa olsun anlamına gelmez mi bu cümleler!

Çok iyi düşünmeliyiz! Şiddet kötü bir iklimin sonucudur, şiddeti uygulayan özne vardır, ancak bu özne hep bir düzeneğin içinde çalışır. Öte yandan "yasal alt yapısı yoksa" yasa çıkarılmasını talep etmek de iktidarın yeni anayasa tartışmalarını anımsatıyor. Bir kadın örgütü olan Eşitlik İçin Kadın Platformu (EŞİK), anayasa tartışmalarında şu güvenceyi istemişti: "Önce Anayasa'ya saygı gösterin!" Eğitimde şiddeti "dar alana güvenlikçi istihdamı ve cezacı bir yaklaşımla" gerileteceksek bunun mevcut yasa ve yönetmeliklerde zaten karşılığı var. Katı disiplin yönetmelikleri eğitim yaşamını kaskatı hale getiriyor. Ayrıca demokratik bir okul iklimi içinde, eğitimin bileşenlerinin şiddeti geriletecek, akran zorbalığını ortadan kaldıracak ortak düşünce üretmeleri ve eylemeleriyle güvenli okul konusunda ciddi ilerlemeler sağlanabilir.

Yetkili Sendika olan Eğitim-Bir Sen Meclis önünde yaptığı basın açıklamasında "Kınama Değil Şiddete Karşı Yasal Düzenleme İstiyoruz!" başlığı ile soruna çözümü yasadan, yasa koyuculardan, makro alandan bekleyen bir yaklaşım içinde olmuş. Açıklamadan bazı notlar şunlardır:

"Eğitim-Bir-Sen olarak, eğitim çalışanlarına yönelik artan şiddet olaylarını önleyecek, failleri cezalandıracak ve mağdurlara hukuki koruma sağlayacak bir yasal düzenlemenin yapılması talebiyle TBMM Çankaya Kapısı önünde eylem yaptık… Çok sayıda üyemizin katıldığı eylemde, eğitim çalışanlarına karşı şiddeti protesto ettik, bazıları ölümle sonuçlanan saldırıların son bulması için gereken adımların ivedilikle atılması, şiddet yasasının çıkarılması çağrısında bulunduk." 

Yetkili sendikanın önerdiği şey, çocuğa "ceza" ve "mağdura hukuki koruma!" Yani şiddet olayından önce yapılabilecekler üzerinde durmuyorlar, şiddet gerçekleştikten sonra yapılması gerekenleri ifade ediyorlar. Yetkili sendikanın hikâyesi, iktidarla başlayıp iktidarın yanında sürdüğü için geçmiş 22 yıla olumsuz yaklaşması mümkün değil, yani "Şu yanlış oldu, şöyle yapmalıyız" dedirtecek bir yaklaşım içinde olamıyor.

Türk Eğitim Sen'in web sayfasında manşetten verdiği başlık "81 İlde İş Bıraktık! İl Milli Eğitim Müdürlükleri Önünde Şiddeti Protesto Ettik!" biçiminde. Açıklamada şiddete zemin hazırlayan okulla ilişkili konular sıralanmış, okul içinde şiddeti besleyen epeyce konuya değiniliyor. Ancak bir yere bir tümce giriyor ve ortaya çok otoriter bir eğitim yaklaşımı çıkıyor. Türk Eğitim Sen "eti senin kemiği benim anlayışının terk edilmesinin" şiddeti körüklediğini iddia ediyor. Öğrencileri "eti senin kemiği benim" anlayışı ile okullara bırakmanın güvenli bir tarafı olduğunu, "teslimiyet"in olumlu bir şey olduğunu anlatıyor. Çağdaş eğitim bilimleri yaklaşımlarını, çocuk hakları sözleşmesini, eğitim hakkını, çocuğun üstün yararı anlayışını ihlal eden bir açıklama bu! Sonuç olarak sendika aklını iktidara, yasa koyuculara devrediyor ve olayı, "Eğitimde Şiddet Yasası Çıkarılsın!" talebi gündemleştiriliyor!

"Disiplin yönetmeliklerinin yetersizliği, eğitimcilerin itibarını zedeleyen ve sadece adı değişen öğretmeni şikâyet hatları, öğretmenlik mesleğinin mülakat, torpilli yönetici görevlendirmeleri, rotasyon, performans, şeffaf olmayan ödül ve ceza gibi uygulamalarla rencide edilmesi, hem ekonomik ve sosyal hem de özlük haklarının gasp edilmesi, eğitimcilerimizi tahkir eden yayın, tutum ve açıklamalar, "eti senin kemiği benim" şeklindeki güven ve teslimiyet anlayışının çok gerilerde kalmasının tüm bu şiddet olaylarına zemin hazırladığı bildirildi… Eğitimde Şiddet Yasası'nın bir an önce çıkarılması istendi."

Eğitim tabanının, on binlerce öğretmenin, özellikle sosyal medyanın kullanımıyla doğan şiddete karşı duygulanışı (duygulamı), Eğitim Sen dışında, diğer eğitim sendikaları merkez yürütme kurullarınca, yani temsillerce "iktidardan yasa bekleme"ye nasıl indirgendi? Bu talebin siyasal iktidarın eskiden yaptığı gibi yapabilirlikleri hanesine yazan bir anlayışı tetiklediği fark edilmedi mi? Bunun üzerine de düşünmemiz gerekiyor. Burada sahte bir sorun, zihin durumu ile karşı karşıyayız.

Okulun içinde eşitsizlikler, ayrımlar, tahakküm biçimleri yaratarak ve bazen açıkça bazen sinsice şiddeti besleyen ve bu şiddet ikliminin oluşunda büyük payı olan iktidardan yasa beklenerek bu sorun çözülebilir mi? Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi kararlarına, Anayasa Mahkemesi kararlarına uymayan, hoşlanmadığı kararlar çıktığında Anayasa Mahkemesi'nin kapatılması gerekliliğinden söz edebilen iktidar bloğu ortaklarının çıkaracağı şiddete dair yasa nasıl olabilir? Bu yasa bir bumegang etkisiyle eğitim emekçilerine dönmez mi? Çünkü bugüne kadar veliden öğretmene, öğretmenden öğrenciye, öğrenciden öğretmene yönelik, öğrenciden öğrenciye, öğretmenler arasında şiddete dair pek çok olayla karşı karşıya kaldık öğretmen ve öğrenci hatalarını ayrımcılıkla kol kola, şiddetle cezalandıracak, otoriter bir yasa hazırlığının önü açılmayacak mı?

Öğretmenlik Meslek Kanunu'nu anımsayalım!

AKP iktidarı ile doğup büyümüş ve bugün yetkili sendika haline gelmiş olan Eğitim Bir Sen'in yoğun çabası ile çıkarılan Öğretmenlik Meslek Kanunu'nun doğurduğu sonuçlar bugün okullarda çalışma barışını altüst etmiştir. "Bir meslek kanunumuz olsun, nasıl olursa olsun, düzeltiriz" aceleciliği ve sığlığı ile çıkarılan bu yasa öğretmenler arası toplumsal ilişkileri koparamamış olsa da derinden yaralamıştır.

Tüm öğretmenler enflasyon karşısında eriyen ücretleriyle ciddi bir ekonomik şiddete maruz kalmışlardır, ancak getirilen kariyer basamakları sistemi ile siyasal iktidar eğitimde denetim toplumunu inşa etmenin bir yolu olarak öğretmenler arasında eşitsizlikler, ayrımlar ve hiyerarşiler yaratmıştır ki buna itirazlar devam etmektedir. Öğretmenler arasındaki parçalanmaya bir bakalım! Eğitim sisteminin dışında diplomalı öğretmen işsizliği (Ataması Yapılmayan Öğretmenler) devasa boyutlara ulaşmıştır. Öğretmen intiharları şiddetin kişinin kendisine dönmüş ifadesidir. Bir ayağı eğitim sisteminin içinde bir ayağı dışında olan, belirsizliği derinden hisseden ücretli öğretmenler ve aday öğretmenler. Eğitim sisteminin içinde ise sözleşmeli öğretmen, öğretmen, uzman öğretmen, başöğretmenler. Siyasal iktidarın yasası ile ortaya konulanlar bunlar.

Freire'nin ifadesiyle iktidarın benimsediği stratejik politika "böl-yönet, boyun eğdir, manipüle et, kültürü istila et! Öfke, hınç ve intikam kültürünün kişi düzeyinde yeğinleşmesi, yani kötü iklim anlamında öldürücü bir şiddetle karşı karşıyayız. 15 Temmuz Darbe girişimi sonrasında 130 binin üzerine kamu emekçisi "sivil ölüme" mahkûm edilirken yine yaşamı alt üst eden bir şiddete başvurulmadı mı? Gözaltında kayıplar, faili meçhuller yıllar geçse de kurbanların yakınlarını derin bir yasın sarmalında tutmuyor mu?

Bir çocuğun, 17 yaşındaki bir çocuğun katil olmasına yol açan karanlığı, Hrant Dink cinayetinde görmüştük. Bu olaydaki çocuğa gelince, başka bir yol değil de, karmaşık zihni ile yaşadığı şeyin nedeni olarak gördüğü kişiyi öldürmeyi planlaması, silahın temini, okula gelişi arasında geçen saatler içinde fikrini değiştirmemesi nasıl anlaşılabilir? Bu çocuk olay öncesinde rastlantı ile de olsa "neyin var, ne oluyor?" diyecek biriyle neden karşılaşmadı? Okulda konuşacağı bir öğretmeni, kendini anlatacağı bir arkadaşı, hissettiklerini söyleyeceği, onu yatıştıracak kimse neden yoktu? Okuldan atılan bu çocuk evinde neyle karşı karşıya kaldı? Okuldan atılan bir gence kamusal alanda destek sunacak, yaşamda yeni seçenekler yaratacak işleyişler var mıydı? Varsa çocuk nasıl haberdar olmadı? Bu konulara dair bilgimiz sınırlı. Türkiye'de az sayıda çocuk hakları örgütü var, eğitim hakkı örgütleri daha etkili bir konuşma imkânı sağlamalılar.

Sonuç olarak çoklu krizlerin arasında eğitimde şiddetin yol açtığı krizi yaşıyoruz. Bu kriz, sorunu yeniden düşünmemizi ve şiddeti engellemek için harekete geçmemizi sağlamalı. Ancak önceden oluşmuş yargılarla, önyargılarla tepkisel duygulanışlar içinde olduğumuzda çözüm üretemeyiz. Düşünceyi harekete geçiren şeyin farkına varmamız, onu anlamamız ve makro alanda olduğu kadar eğitimin en moleküler düzeyi olan okullarda ve sınıflarda yeni bir tarzda, yapabilirliklerimizin yolunu bu olayın duygusal şiddetini üzerimizde hissederek açmalıyız. Öğretmenlerin yol açıcı bir işlev görmesi çok önemli!

Oldukça geniş anlamda, gücül olarak duygulanışlar ve düşünsel yaratımlar içinde olan bir toplumsal evreye sıçrayış, özgürlüğümüzün kazanılmasından geçiyor. Bookchin'in ifade ettiği gibi[4] özgürlük, birbiriyle ilişkili pek çok katılımdan oluşur: çeşitli davranış biçimleri arasında seçim yapma fırsatı, kişisel ve toplumsal yaşamlarımızı yaratıcı biçimde inşa etme çabası, birbirleriyle ve doğal dünyayla insanca işbirliği yapma arzusu, tamamlayıcılık etiği ile yönlendirilme, müşterek toplumsal örgütlenme biçimleri yaratma ve tüm sorunlarımızda ve aklı kullanma".

Aradığımız şey, şiddetin tüm yaşam alanlarından, okuldan ve üniversiteden uzaklaştırılması için ne yapılacağı. Deleuze'ün çok etkili bir cümlesi var, bu cümlenin öğrenciler, öğretmenler, aslında herkes için geçerli bir anlamı var. Diyor ki[5] İnsan bildiği şey üzerine değil aradığı şey üzerine ders yapar. Yani her birimizin yapabilirlikleri, evde, sokakta, işyerinde her yerde… Hem makro alanda hem de moleküler oluşlar içinde, yani mikro alanda; hem kısa hem de uzak erimde kuşkusuz. Ancak şimdi ve burada diyerek başlamak kaydıyla…

Bileşenlerinin kendini değerli hissettiği sevinçli bir okul yaşamı, sevinçli kentlerle, insan onurunun içselleştirildiği evlerle, emekçilerin güçlü, yaratıcı, örgütlü olduğu işyerleriyle, gerçek sorunlara çözümler arayan özgürleştirici bir siyasetle buluşur. Daha yeğin düşünelim, sorunları gerçek boyutları ile betimleyelim. Kısaca birlikte düşünelim ve birlikte eyleyelim.


[1] https://kadincinayetlerinidurduracagiz.net/kategori/veriler 17.05.2024

[2] https://isigmeclisi.org/is-cinayetleri-raporlari, 17.05.2024.

[3] Paulo Freire (2010) Ezilenlerin Pedagojisi. Çevirenler. Dilek Hattatoğlu, Erol Özbek. 7. Basım. İstanbul: Ayrıntı Yayınları.

[4] Murray Bookchin. (2018) İnsanlığı Yeniden Büyülemek. Anti Hümanizme, Mizantropiye, Mistisizme ve İlkelciliğe Karşı İnsan Ruhunun Savunusu. Türkçesi: Gökhan Demir, Dünya Ahtem Öztogay. İstanbul. Sümer Yayıncılık.

[5] Gilles Deleuze'den Aktaran: François Zourabichvili (2008 ) Deleuze: Bir Olay Felsefesi. Çeviren. Aziz Ufuk Kılıç İstanbul: Teoria Dizisi Bağlam

Nejla Kurul kimdir?

Prof. Dr. Nejla Kurul, Ankara Üniversitesi Eğitim Bilimleri Fakültesi Eğitim Yönetimi ve Planlaması Bölümü'nü 1985'te bitirdi. Aynı üniversitede öğretim üyesi olarak otuz yıl çalıştı. "Küreselleşme ve Üniversiteler", Adnan Gümüş ile birlikte "Bologna Süreci Kime Hizmet Ediyor?", "Eğitim Finansmanı ve çok yazarlı KHK Öyküleri", "Başka Bir Eğitim Hikâyesi Bireyin Gelişimi Toplum ve Doğa Etkileşimi Üzerine Sorgulamalar" kitaplarının yazarı, "Kamusal Eğitim: Eleştirel Yazılar" adlı kitabın yazarı ve editörüdür.

7 Şubat 2017 tarihinde barış imzacısı olması nedeniyle 686 sayılı KHK ile yüzlerce meslektaşı ile birlikte üniversiteden ihraç edildi. Eğitim ve Bilim Emekçileri Sendikası (2020) 11. Olağan Genel Kurulu'nda seçilerek Eğitim Sen Genel Başkanı olarak üç yıl görev yaptı. Halen akademik ve pratik çalışmalarını sivil akademisyen olarak sürdürüyor.