Cumhuriyetin temellerinde sağlam bir toplum olma iradesinin işaretlerini görmemek zordur. Bu temeller bir siyasi parti olan CHP'nin altı okundan çok, tanımlayıcı özellikler olarak anayasalarımızda yer alagelen ve herhalde hepimizin ezberinde olan şu dört ilkedir: "Demokratik, laik ve sosyal bir hukuk devleti".
Bu dört sıfat her ne kadar devleti nitelemek için kullanılsa da, uzun erimde sağlam devlet sağlam toplumda bulunur, yani ilkelerin savunusu ve sağlanması devlet kadar toplumun da sorumluluğundadır. İlkeler, devlet ve toplum: Hangisi daha önemli diye tartışmanın anlamı yok, hepsi birbirinin tamamlayıcısı, yeter ki hakkıyla anlaşılıp uygulansın.
Uygulamada işin gerçeğini söyleyelim: Toplumumuz demokratik değil. Elektoralizmin de gerilerinde seyrediyoruz, çünkü elektoralizm hiç değilse seçilmişliğe saygı gösterir, bizde o da kalmadı.
Laik olduğumuz da kuşkuludur, çünkü laiklik çoktandır ezberci bir zihinle yarım ağız yinelenen bir klişeden ibaret. Temelinde çoktandır modern bilim ve onun kuşkuculuğu, yani çoğulculuk değil, yasakçılık ve çoğunlukçuluk yatıyor ("yüzde 99'u Müslüman olan bu ülkede").
Sosyal miyiz peki?
Sosyallik her yurttaşın toplumsal refahtan aynı temel ölçülerde yararlanmasını gerektirir. Bizde bu bilinçle değil, hayırseverlik kavramıyla hareket edildiği çok yazıldı çizildi. "Allah devletimizden razı olsun" sözü, yanlış bilincin en kökleşmiş, kökleştirilmiş örneklerinden biri. Sanki o hazine kaynaklı "yardım"lar, yurttaş olmaktan gelen doğal haklarımız değil, devletin ya da iktidarın cömertliğinden kaynaklanıyormuş gibi. Sosyal adalet ise, Allah korusun, komünistlik gibi bir şey.
Hukuk devleti'ne gelince. Hukuksuzluk öyle ki "Türkiye Cumhuriyeti bir hukuk devletidir" sözü artık herkeste bir fars yani kaba şaka etkisi uyandırıyor. Mesele muhalefetin yoluna hukuk görünümlü sayısız tuzak döşenmesine kadar geldi. Siz istediğiniz kadar seçilin ya da yasalara uygun bir siyaset yapın, kurnazlık dereceniz şu koşullarda her şeyi göze almış iktidarın kurnazlığıyla yarışamaz. Yüksek mahkemelerin, özellikle Anayasa Mahkemesi'nin emir kuluna dönüşmeyip hukuk çerçevesinde kalabilmek için nasıl zorlandığını ibretle izliyoruz. Yargıtay zaten oldum olası daireler arası farklılıklarıyla ünlüdür, hangi daire emir kulu, hangi daire gerçekten hukukçu, gibi bilgiler, yolu düşenlerde hep mevcut olmuştur. Ama son dönemde işler bütünüyle çığırından çıkmaya yöneldi. Bu konuda somut örneklere ihtiyaç duyanlar, Fikret İlkiz ve Rıza Türmen gibi hukukçuların yazılarını izliyorlardır.
Sayıp döktüğüm dört anayasal ilkenin durumuna bakınca toplumumuzun durumu da ortaya çıkıyor. Sağlam değiliz. Seçimleri kullanan her odak, kendinde laikliği kemirme gücünü bulabiliyor. İktidarlar verili gerçeklikleri savunan insanları düşman belleyegeldi, öldürttü, hapsettirdi, işsiz bıraktırdı. Ve birikimimiz öyle bir noktaya ulaştı ki gitgide daha büyük bir hızla Anayasa'daki dört ilkenin daha uzağına ve altına düşüyoruz. Rüşte saygısızlık ve özgürlük korkusuna artık trajik bir birikime dönüşen Kürt sorunu da eklendi. Devletin eski tür emperyal güdüleri gitgide daha çok su yüzüne çıktı. Öyle görünüyor ki 29 Ekim 2023 gibi simgesel bir tarihe de bu birikimlerle gireceğiz.
Yıllar önce bir Fransız arkadaşım kendi ülkesinin meteoroloji haberlerinde Türkiye'nin Ortadoğu başlığı altında gösterilmesine çok kızmış, bir kampanya başlatmayı düşünmüştü, Türkiye Avrupalıdır, Avrupalı kalacak şeklinde. Katılmamıştım onun bu görüşüne, yalan değil demiştim, biz Ortadoğuluyuz, Avrupa kıtasında yalnızca küçük bir parçamız var... Düşününüz ki o sıralar Ortadoğu'daki tek çatışma İran ile Irak arasındaki o "tuhaf" savaş idi, hani o sekiz yıl (1980-1988) sürüp sıfıra sıfır elde var sıfır bitecek olan savaş. Bazı Batılıların dediği gibi, iyi denemeydi!
2015 yılında, yaklaşık olarak 40.000, diyorduk, Kürt silahlı hareketinden kaynaklanan can kayıplarının sayısı için. Bugün hâlâ, yarım ya da çeyrek hakikatlerle "fikir" beyan eden ekran yüzleri aynı sayıyı tekrarlıyor, "40 bin insanımız"ın yaklaşık dörtte üçünün Kürtlerden oluştuğunu eklemeksizin. İlle de barış demediğimiz sürece, gizlediğimiz her hakikat trajik birikimimize "katkı" olacak.
Gidişatın yarattığı fırsatla, bir tür komplo teorisi de dolaşıyor ortalıkta. Türkiye'nin "Ortadoğululaştırılmakta olduğu"na dair bir teori. Yeni bir kavram bu. Dünya ortak kültüründe daha önce 19. yy ile 20. yy başlarından kalma "Balkanlaştırmak/ Balkanisation" sözcüğüyle karşılanan kavram aslında bu. Demek Balkanlar unutuldu ya da unutturulmak ve yerine bu yenisi konulmak isteniyor. Öyle ya, ne kadar emperyal varsa hepsi orada bugün. Bize gelince, cumhuriyetimizin ikinci yüzyılına yaklaşırken, hangi sınıfa dahil sayılacağımız tartışma konusu olacak anlaşılan: Ortadoğululaştıramadıklarımızdan mısınız? Cevap olarak, "Hayır biz Ortadoğululaştıranlardanız" mı diyeceğiz?
Necmiye Alpay kimdir?Çalışmaları dil üzerinde yoğunlaşan Necmiye Alpay 1946 yılında doğdu. 1969 yılında Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi'ni (Mülkiye) bitirdi. 1978'de Paris-Nanterre Üniversitesi'nden uluslararası iktisat alanında doktora derecesi aldı. Mülkiye'deki öğretim üyeliği 12 Eylül 1980 darbesi ile başlayan süreçte sona erdi. İzleyen yıllarda akademide 'Türkçe' ve 'Yaratıcı Yazarlık' alanlarında dersler verdi. 2011 yılından itibaren uzun süre Radikal gazetesinde Dil Meseleleri üzerine yazdı. 2016 yılında İsviçre'nin Almanca PEN Merkezi tarafından onur üyeliğine seçildi. Kitapları - Türkçe Sorunları Kılavuzu (Metis Yayınları) - Dil Meseleleri / Uygulama Üzerine Yazılar II (Metis Yayınları) - Yaklaşma Çabası (Kanat Yayınları) Çevirileri - Kültür ve Emperyalizm (Edward Said, Hil Yayınları)
|