İstanbul Beşiktaş’ta Barbaros Bulvarı’ndan yokuş aşağı inerken Kız Kulesi tam karşımızdadır ve Boğaz’ın karşı kıyısında, karadaymış, Salacak’taymış gibi görünür. Oysa, diyelim Kadıköy’den bir şehir hatları vapuruna binip oradan bakarsak, kulenin her iki kıyıdan da uzakta, Boğaz sularının ortalarında olduğunu görürüz. Ünlü kulenin gerçeklikteki yerini önceden bilmeyen bir kimse olsa ve bu kimse yalnızca Barbaros açısından baksa, kulenin yeri konusunda hatalı bir bilgi edinecektir: Paralaks hatası!
Yukarıdaki paragrafı on yıl kadar önce yazdığım, Utku Özmakas’ın Şiir İçin Paralaks adlı kitabıyla ilgili denemeden aldım.* Meselenin temelinde bakış açısı problemleri yatıyor. Burada Slavoj Zizek’e filan uzanmaksızın, terimden yararlanarak Kürt sorununa odaklanacağım.
Desen: Selçuk Demirel
Kürt sorunu devlet açısından esas olarak bir paralaks hatasındaki ısrar nedeniyle büyüdükçe büyüdü, Ortadoğu’da Filistin’den sonra en uzun süren çatışmalı sorun halini aldı. Adı her ne kadar hâlâ “operasyon” (en son, Pençe Kilit Operasyonu) olarak konulsa da şimdi o bakış açısı sendromu yeniden büyüyerek ekranları kaplamaya başladı. Youtube dahil görsel medyada uzun çubuklar ve rengârenk haritalarla mesleki birikimlerini konuşturan emekli general akademisyenler ile terör uzmanlarının etkinliğinden söz ediyorum.
Bu sayın konuşmacıların bakış açıları da tıpkı genel olarak devletinki gibi tekli oluyor. Yalnızca yukarıdan, Barbaros Bulvarı’nın yıldızlı tepelerinden bakarak, kulenin durumunu anlatıyorlar. Bu bapta ne bir muhalif görüş, ne yakında açılacak olan okullarda “başarı düzeyi” sorunlarına yelken açacak anadili meseleleriyle baş başa bırakılan öğretmen ve öğrencilerin temsilcileri ne de vaktiyle bazı devlet mensupları tarafından bizlere birer armağan sunar gibi sarfediverilmiş tek tük cümlelerin benzerleri çıkıyor sahneye. Tanrım diyorum, nasıl da ellerini ovuşturuyordur yine dünya silah tekelleri ve onların yerli komisyoncuları!
Habire “beka” konuşuyorlar. Beka demek, “ölüm kalım meselesi” demek. Acaba neden herkesin anlayacağı deyimi kullanan bir tek uzman çıkmıyor? Çünkü “ölüm kalım”, son derece saydam bir deyimdir, altında ne var ne yok gösterir ve içeriğinin bütün dehşetini hissettirir. “Beka” ise yorgun bir yorgan gibi, altındakini örtüyor. İçinde bulunduğumuz dönemin özelliği biraz da şuradan anlaşılıyor ki “Türkiye’nin bir beka sorunu yoktur” demeye cesaret eden ekran yüzlerine epeydir pek rastlanmıyor. Oysa siyaseten muhalif kimseler bile değillerdir onlar, yalnızca yeterince tecrübe sahibi eski yüksek devlet görevlileridir, büyükelçi filan gibi. Onların yokluğunda ya da azlığında şimdi paralaks meselesi en katı haliyle devrede.
Kürt sorununun çokboyutlu ve alabildiğine köklü gerçekliği onyıllar boyu devlet mensuplarınca kamu önünde çok az ve çok seyrek dile getirildi. Çözüm Süreci dönemini dışarda tutacak olursak bu bapta hatırlayabileceklerimiz topu topu üç adet cümledir: Süleyman Demirel’in “Kürt realitesini tanıyoruz” (1992), eski Genelkurmay başkanlarından İlker Başbuğ’un “sosyolojik bir gerçekliktir” ve Recep Tayyip Erdoğan’ın “Kürt sorunu benim de sorunumdur” (2005) sözleri.
Bu cümlelerle Kürt sorununun çokboyutlu olduğu kastedilmiş olabilir mi? “Gerçeklik (realite)” adını verdiğimiz olgular bütününün her zaman çokboyutlu olduğu ilkesini, yani bilimin kılavuzluğunu kabul ediyorsak, evet. Ama işte sayın ekranlar böyle bir ilkeden haberdar görünmüyorlar. Tipik bir savaş zamanı manzarası çizerek yalnızca askerî boyutta kalıyorlar. Askerî boyutun bile militarist olmayan bir açısını yakalamaya çalışmaksızın. Kürt sorunu böyle bir sorun mudur?
Devletin bu sorundaki paralaks hatası, tıpkı diğer alanlardaki gibi bir tepeden inmecilik hatasıdır. Paralaks hatası oradan geliyor. Tepeden inmeciliğin, Tarım Kredi ve Tarım Satış Kooperatifleri, Köy Enstitüleri ve Halk Evleri gibi fikir olarak savunulası istisnaları olduysa da, katı çekirdek gecikmeden, önce bu kuruluşları birer devlet dairesine dönüştürüp sonra da kapatarak haklarından gelmeyi bilmişti. Son elli kadar yıldır bilinen tek istisna ise, o da kısmen ve beceriksizce, Çözüm Süreci’dir.
O sıralar R.T. Erdoğan, bir tür yeni Tony Blair gibi, tarihe yıllanmış bir çatışmalı etnik sorunu çözen kişi olarak geçmek konusunda irade sahibi gibi görünüyordu. Gerçi bunun bir lider kararı değil, “devlet politikası” olduğu da söyleniyordu ve zaten başka türlüsü de herhalde mümkün değildi. “Devlet” denince akla gelense MGK...
Her durumda, ardından gelen yıllar içinde Kürt sorunu konusunda Erdoğan’ın kişisel iradesinin başrolde olmadığı, Çözüm Süreci’ni mecbur kalarak ve kendi stratejik hedefine eklemleme umuduyla “benim”sediği ortaya çıktı. Zaman içinde işi “Kürt sorunu yoktur” demeye kadar vardırdı, hani bugün “beka sorunu” deyip durdukları problemden söz ederek. Yoktur ama, ölüm kalım meselesidir! Pardon, mantık aramaktan vazgeçildiğini unutuyor insan bazen.
Öyle görünüyor ki bugün Erdoğan’ın iradesi öncelikle ne pahasına olursa olsun iktidarda kalmak ve fırsat yaratabildiği ölçüde de kendi stratejik hedefini gerçekleştirmek yönündedir. Bu amaçla bir koluna MHP’yi, diğer koluna Hüda-Par’ı takmaktan çekinmemektedir. İlginçtir, gerçekten ilginçtir, onlar da ona “takılmaktan” geri durmuyorlar. Her biri kendi açısından bakarak kesiştikleri bir nokta buluyorlar. Anlaşılan, bizlerin bir antifaşist ittifak kurmakta olduğunu vehmettiğimiz Kılıçdaroğlu ekibi de aynı taktiği kopya etmişti.
Az önce iktidardaki eğilim için ‘ne pahasına olursa olsun’ kalıpsözünü kullandım. Diğer dillerde de bulunan, hayli belirtisel bir sözdür bu. Demokrasi için tek kelimeyle tekinsiz bir duruma işaret eder. Erdoğan’ın bütün iktidar serüveninin uyandırdığı izlenimi de iyi anlatıyor. Şu var ki yüzde kırk sekizle reddedilmek ve büyük şehirlerde bu reddin çok daha yüksek yüzdelere ulaşması az buz bir sonuç değildir. Dolayısıyla, muhalefetin kendisine stratejik bir temelde çokboyutlu bakış açılarını işletebilen bir ittifak yaratması mümkün görünüyor. Epey iyimser bir öngörü. Ancak, başarılamaması durumunda önümüzdeki dönemin, özellikle de yerel seçimler sonrasının ülkeyi nereye yapıştıracağını görmek mümkün olmayacak.
Bizler, teknik terimle “sivil toplum” diyebileceğimiz devlet dışı yurttaşlar olarak son yıllarda her tür tepede yerleşik paralaks hatalarının gitgide daha çok farkına varıyor gibiyiz. Özellikle Mayıs 2023 seçimlerinden beri yatay bir çokboyutluluğun alttan alta güçlendiğine ilişkin bir sezgi oluşuyor. Aslında bunun on yıl öncesinde kendini göstermeye başlamış bir çoğulculuk bu. Hani Necatigil’in ünlü dizesindeki gibi “çaresizseniz çare sizsiniz” meselesi. Her yönden bakış, ama özellikle çoklu ve tabandan bakış. Empatiyi unutmadan. Kürt sorununa da öyle. Bir zahmet.
Necmiye Alpay kimdir?Çalışmaları dil üzerinde yoğunlaşan Necmiye Alpay 1946 yılında doğdu. 1969 yılında Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi'ni (Mülkiye) bitirdi. 1978'de Paris-Nanterre Üniversitesi'nden uluslararası iktisat alanında doktora derecesi aldı. Mülkiye'deki öğretim üyeliği 12 Eylül 1980 darbesi ile başlayan süreçte sona erdi. İzleyen yıllarda akademide 'Türkçe' ve 'Yaratıcı Yazarlık' alanlarında dersler verdi. 2011 yılından itibaren uzun süre Radikal gazetesinde Dil Meseleleri üzerine yazdı. 2016 yılında İsviçre'nin Almanca PEN Merkezi tarafından onur üyeliğine seçildi. Kitapları - Türkçe Sorunları Kılavuzu (Metis Yayınları) - Dil Meseleleri / Uygulama Üzerine Yazılar II (Metis Yayınları) - Yaklaşma Çabası (Kanat Yayınları) Çevirileri - Kültür ve Emperyalizm (Edward Said, Hil Yayınları)
|