Yılların gazetecisi Umur Talu, 4 Mart tarihli T24’te şöyle diyor: “Barış, yine teslimiyet veya tahakküm değilse, demokratik bir hukuk devletiyle anlam bulur. Var mı o niyet?”
İktidarın tepesinden dile gelenlere bakılırsa pek var görünmüyor; “ya silahlarınızı gömersiniz ya da biz sizi gömeriz, taş üstünde taş, omuz üstünde baş bırakmayız”, yüz küsur yıl öncesinin Osmanlı fetih dili. Azeri türküsünde dendiği gibi, “Yetmedi mi kara toprak su içti göz yaşından”?
Oysa her çözüm sürecinin mutlak belirleyicilerinden biri, perspektifin demokratik olmasıdır. Demokratik demek, halkın lehine olan demek. Bütün halkların lehine. Hiçbir tehdit dili halkın lehine değil. Hepimiz korkuyoruz. Sur’daki yıkımlar gözümüzün önünden gitmiyor. Irak’tan sonra Ukrayna’dakiler, Gazze, Lübnan ve Suriye’dekiler gelip Sur’dakilere ekleniyor.
Yeni çözüm sürecinin belirleyici etmenlerine dönelim. Soru tam olarak şu: Süreç hangi saiklerle yola çıktı ve başarısını belirleyecek güçler hangileri? Bunlardan hangileri mutlak belirleyici?
5 Mart Çarşamba tarihli (dünkü) Cumhuriyet gazetesinde yan yana yayımlanan iki yazı, düğüm noktalarından birini açıkça gösteriyordu: Yazılardan birincisi Altan Öymen’in “Barış süreci” başlıklı yazısı, diğeri Zülal Kalkandelen’in empatiden yoksun yazısı.
Biz ülkenin batısında yaşayanlar, burnumuzun dibinden ötesini görmediğimiz sürece barışın Kürtler için ne anlama geldiğini fark etmeyebiliyoruz. Saygı ve kabul görmek. Bu olmadığı sürece hiçbir “al-ver” işlemi birikmiş dışlanmayı hafifletemez. Ve alesta bekleyen emperyaller sizin yerinizi almaya hamle eder.
Öte yandan, “bekleyip göreceğiz”ci beyanlar kendi bakış açılarını kendileri değersiz kılmış oluyor. Altan Öymen gibi yazarlar (tanrım, varlar ama, daha çok olsalar keşke!) bunun için belirleyici önemdeler. Asıl yol göstericiler onlar. Demokrasi nedir, hukuk devleti nedir, eşitlik nedir, bilenler. Bilip de ses çıkaranlar. Ses çıkardıklarında kulak verilenler...
Belli ki uygulamaya konulan yeni süreçte havuç/sopa politikasının havuç kısmına Bahçeli uygun görülmüş, yani Türk etnikçiliğinin “barış” fikrine en uzak olabilecek siyasi örgütünün lideri.
Neden o?
Akla uygun yanıt şu: Çünkü devlet, ne zaman cerbezeli bir işi olsa, o işi en zıt kutbun temsilcisine vermesiyle ünlüdür. Bir tür çevirme harekâtı. MHP bu yeni hamlenin dışında bırakılsa herhalde şu an “Millî Egemenlik Kongresi” gibi çıkışların yerine getirdiği işlevi o üstlenirdi.
Mesele şu ki, yine eski bir deyimle söylersek, sarayda işler karışık. Yeniden seçilmeye ve mümkünse kaydıhayat orada kalmaya ibadullah ihtiyaç duyan tek adam, hesap kitap, oy istiyor. DEM’in oylarına muhtaç. Kendi oylarını artırmak, muhalif oyları azaltmak zorunda. Bu yeni sürecin mutlak belirleyicilerinden biri de bu. Yürürlükteki çift şeritli politikanın iki adet belirleyici varoluş nedeninden belki en belirleyicisi.
“Terörsüz Türkiye” iyi bir perspektif olabilirdi, eğer suç örgütlerinin terörü kadar, devlet teröründen de arınmış bir Türkiye vaat etseydi. Biz halk olarak bunu istiyoruz. Barış dediğimiz de budur, demokratik hukuk devleti dediğimiz de bu. Bizim olmazsa olmazımız.
Hatırlayalım, tıpkı 1950’deki gibi 2002’de de yepyeni bir siyasi güç çıkmış, ülkeye refah, zenginlik ve özgürlük (1950’de “hürriyet”) vadediyordu. Halk inandı, çünkü çoktandır kalmamıştı bunlar ülkede. Marshall yardımı filan gelecekti. 2002’de ise Avrupa Birliği uyum yasaları ve Kopenhag kriterleri inandırıcı görünüyordu. Batıyla bütünleşecektik, böylelikle haklar garanti altına alınacaktı. Kurnaz manevraydı.
Gezi Protestoları Birinci Çözüm Süreci ile aynı döneme denk geldi. Birlikten kuvvet doğabilirdi, birlik olunamadı.
Anayasa meselesine gelince, AKP cenahının bugünküne benzer vaatleri 2017 referandumunda da geçerliydi ve RTE’ye, Üsküdar’ı geçmesine yeten bir destek kazandırdı. O destek ne durumda?
Şimdi yine birlikten kuvvet almanın şart olduğu bir uğraktayız. En çok da barış ve demokrasi için. #8Mart geliyor, bırakın bayram yapalım.