“Türkiye laiktir, laik kalacak!”
Bu sloganı son otuz yıl içinde gitgide daha çok işittik. Kitlesel kaygıların en çok yoğunlaştığı cumhuriyet ilkesi bu oldu. Türkiye’nin aynı zamanda demokratik ve sosyal bir hukuk devleti olduğu şeklindeki anayasal ilkeler aynı ölçüde sloganlaşmadı, ideolojiye dönüşmedi.
Son günlerde laikliğin tanımına ilişkin tartışmaları da yeniden işitir olduk. Bu kez işin içine “sekülerlik” terimi de giriyor; dolaysız siyaset anlarında değilse de, tartışanların söylemine sekülerlik de dahil.
Bu yeni sayılabilecek terimin Türkçedeki yakın tarihi önemli.
Gerek AKDTYKTDK gerekse Dil Derneği sözlüğü, ikisi ayrı ayrı karşılıklarla olmak üzere “seküler” sözcüğünün tanımını Fransızcadan aktararak veriyor. Oysa aşağıda değineceğim üzere bu sözcük bize İngilizceden, yani İngilizcedeki anlamıyla geldi.
Fransızca “séculaire” ile İngilizce “secular” arasında örtüşen bir ufak bölge olmakla birlikte, ikisi arasında anlam farkı var. Ayraç içinde belirtmeden geçmeyeyim: Yazılışları aynı ya da benzer olan sözcükler arasında dilden dile geçerken ya da ortak bir kökenden gelip ayrı dillerde kullanılırken anlam farklılığı oluşması bütün diller arasında görülebilen dil olaylarından.
“Sekülerlik” terimi AKP iktidarının ilk dönemlerinde laiklik konulu kaygıların artmaya başladığı sıralarda bazı İngilizceci yazarlar tarafından devreye alınmış ve örnek olarak Britanya’nın sözü edilmişti. Sekülerlik, tıpkı demokrasi gibi Britanya’nın devrimsiz, yumuşak geçişli tarihine özgü bir işleyişin adı aslında. Google’a “seküler nedir” diye Türkçe olarak sorduğunuzda size Türkçe olarak “laiklik” yanıtını vermekte haklıdır: Laiklik ve sekülerlik, aynı problemin, yani din toplumundan modern topluma geçiş sırasında doğan yeniden düzenleme probleminin tarih içinde iki farklı ülkede aldığı iki farklı tarza verilmiş olan adlardır. Problem aynı, çözümün esası da aşağıda değineceğim üzere aynı, ama tutulan yolların farklı yönleri var; kabaca, sert geçiş/yumuşak geçiş meselesi.
Bizim topluma “sekülarizm”i öneren arkadaşlar bu kavramın uzun erimde daha kapsayıcı olabileceği, bizdeki tarihsel laisizm uygulamasının sorunlarını sekülerlik anlayışıyla daha rahat çözebileceğimiz fikriyle hareket ediyorlardı. Problemi sekülarizmle çözen Britanya ne de olsa, Hıristiyanlık kadar, Hinduizm, İslamiyet ve her birinin farklı mezhepleri ile daha başka çok geniş inanç gruplarını bir arada barındırmasının yanı sıra Fransa ölçüsünde kanlı devrimler ve din savaşları yaşamamış bir imparatorluktu.
Şu aralar yapılan tartışmalarda bazı konuşmacılar “sekülarizm”i genel kabul görmüş bir terimmiş gibi kullanıp geçseler de bizim toplumda bu terimin siyasetçiler ve halk nezdinde yaygınlaşmış olduğu herhalde söylenemez. Anayasalarımız, yasalarımız, yüz yılı bulup geçen uygulamalar terim olarak laikliği tarihsel kolektif bilincin ayrılmaz bir parçası kılmış durumda, öyle ya da böyle.
Öte yandan, hemen her kavram gibi bu iki kavramın da, yani laiklik ve sekülarizm kavramlarının da, biri dar biri geniş olmak üzere iki anlam alanı kazandığına dikkat edilmeli. Dar anlamıyla alındığında her iki terim de yalnızca doğdukları ülkeye özgü ve tarihsel olan uygulamayı temsil ediyor. Geniş anlamıyla alındığında ise eski din toplumlarından sanayi toplumlarına, yani moderrn bilim dönemine geçilirken yerleşik inanca dayalı din gömleğinin çıkartılıp onun yerine birey ve akıl temeline dayalı toplum düzenlerinin kurulması anlamını taşıyan bir soyut kavram halini almıştır bu sözcükler. Google sözlüğünde birbirlerinin tek karşılığı olarak verilmeleri de bu çerçevededir. Türkçe Sözlük’lerdeki ilgili maddelerin bu yönde yenilenmesi gerekiyor.
Bizdeki laiklik için de geniş anlamından yararlanılmış oldu ve bütün tarihselliğiyle kendimize özgü bir tarzda uygulanageldi. Hatta bu özgünlük nedeniyle, bizdekine laiklik denemeyeceğini savunanlara da rastlanır. Bunu savunanlar daha çok İslamiyette ruhban sınıfının var olmayışı argümanını esas aldılar, yani Fransa örneğini tek geçerli örnek sayar gibi hareket ettiler.
Kişisel olarak bu tartışmalar içinde bana en yaşamsal görünen yön, tüm toplumun din esasına göre düzenlendiği Osmanlı’dan sonra modernleşme atılımı içine girilen cumhuriyet döneminde toplumu modern bilim temelinde yeniden inşa sürecinin zaman içinde gereken özgürlükle kavranamamış, uygulanamamış, hatta düşünülüp konuşulamamış, laikliğin daha çok idari yönden uygulanmış olmasıdır. Bu yazının başlığının kaynağı da bu indirgemedir. Dolayısıyla bence öncelikli soru, bizdekinin laiklik olup olmadığından çok, bilimsel özerkliğin ve özgür düşüncenin (teşekkürler Voltaire) var olup olmadığı, hatta gereğince önemsenip önemsenmediğidir.
Laikliğin ve sekülarizmin biçimlendiği Avrupa ve Britanya’da altyapısı ve üstyapısıyla modernleşme bizdekinden çok daha uzun süreleri ve mücadeleleri kapsıyor. Onlar bugünün sözlüklerinde bu kavramları tanımlarken eski din toplumlarından, eğitim, müfredat, sağlık, hukuk, teknoloji ve tarihe bakış gibi konuları yeniden sayıp dökmek gereğini çoktandır duymuyorlar belki. Bu tür açıklamalar daha ayrıntılı elkitaplarının ve diğer kaynakların işi.
Bizim toplumumuzda laiklikten söz edildiğinde din elden gidiyor diye inanç sahiplerinin ödü patlıyor, dinden ve inançtan söz edildiğinde ise laiklik elden gidiyor diye kendilerini modern sayanların ödü patlıyorsa bunun nedeni işte bu yeterince olgunlaşamamış toplumsallıktır sanıyorum. Modern bilim, din ve inanç olgularına da tıpkı diğer inceleme alanları gibi sınırsız bir merak ve özgür bir gözle bakmaya çalışır. İstisnasız her şey bilimsel düşüncenin ve merakın yani aklın alanına girer, istisna denen durumun kendisi dahil! Egemen sınıflar ve emperyal güçler bu durumu kendi çıkarlarına uyarlamaya çalışmakla birlikte, hiç değilse akademik ortamları rahat bırakmak gereğini hissedegelmişlerdir.
Hikâye uzun, ama şunu eklemeden bitirmek istemem: Din ve inanç alanının tarihsel birikimiyle ilgilenmemek, yürürlükteki egemen laik aklın en indirgenmiş, çünkü bilime en aykırı hali. Bilim “bütünüyle kuşkuda”dır; bilimin kesin saydığı önerme, yalnızca yanlışlanıncaya kadar kesindir ve bilim insanları bütün güçleriyle o en son kesin’i yanlışlamak için çalışır. Ve gerçekliğin bilinen verilerini ilgi dışı bırakmamak için, dinler dahil.
Din alanı da sonsuz inceleme konularıyla dolu ama, bilimlerden farklı olarak dinlerde kuşkuya yer verilmeyen dar ya da geniş ama ebedi bir inanç alanı daima var.
Çocukken o alana dair “münasebetsiz” sorularımın bir türlü son bulmadığı bir gün, inanç sahibi bir modern olan babam, “evladım” demişti, “din aklen değil, naklendir”. Hâlâ aydınlatıcı gelir.
Bitmeyen ırkçılık işaretleri
30 Haziran bizde boş kalmıştı pogrom yıldönümü olarak. Suriyelilere saldırılar o günü de işaretledi. Maşallah “biz ırkçı değiliz”cilere.
Ve ifade özgürlüğüne bitmeyen baskılar
#AçıkRadyoyaÖzgürlük
Necmiye Alpay kimdir?Çalışmaları dil üzerinde yoğunlaşan Necmiye Alpay 1946 yılında doğdu. 1969 yılında Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi'ni (Mülkiye) bitirdi. 1978'de Paris-Nanterre Üniversitesi'nden uluslararası iktisat alanında doktora derecesi aldı. Mülkiye'deki öğretim üyeliği 12 Eylül 1980 darbesi ile başlayan süreçte sona erdi. İzleyen yıllarda akademide 'Türkçe' ve 'Yaratıcı Yazarlık' alanlarında dersler verdi. 2011 yılından itibaren uzun süre Radikal gazetesinde Dil Meseleleri üzerine yazdı. 2016 yılında İsviçre'nin Almanca PEN Merkezi tarafından onur üyeliğine seçildi. Kitapları - Türkçe Sorunları Kılavuzu (Metis Yayınları) - Dil Meseleleri / Uygulama Üzerine Yazılar II (Metis Yayınları) - Yaklaşma Çabası (Kanat Yayınları) Çevirileri - Freud ve Felsefe (Paul Ricoeur), Metis Yay. - Kültür ve Emperyalizm (Edward Said, Hil Yayınları) - Aydın Kesimi Üstüne (Vladimir İ. Lenin, Başak Yayınları) - Modernleşmenin Eşiğinde Osmanlı Kadınları (Madeline C. Zilfi, Tarih Vakfı Yurt Yayınları) - Şiddet ve Kutsal (Rene Girard, (Kanat Yayınları)- Freud ve Felsefe (Paul Ricoeur, Metis Yayınları) - Bilge Sokrates'in Ölümü (Jean Paul Mongin, Metis Yayınları / Küçük Filozoflar Dizisi) - Martin Heidegger'in Böceği (Jan Marchand, Metis Yayınları Küçük Filozoflar Dizisi) - Diyojen Köpek Adam (Jan Marchand, Metis Yayınları Küçük Filozoflar Dizisi) |