Gazze'nin kuzeyindeki Cibaliya Mülteci Kampı
Önceki gün democracynow.org adlı haber sitesinde Amy Goodman'ın bir röportajı vardı.
Goodman, röportajı Gazze'nin en büyük hastanesi olan El Şifa'nın hekimleriyle yapmış. Elbette bütününü okumak gerekir ama, Dr. Hammam Alloh'un anlattıkları ilk elde çarpıyor insanı. Doktor, başka bilgilerin yanı sıra, gitgide artan malzeme kıtlığı nedeniyle ölümcül hastalar arasında yapmak zorunda kaldıkları seçimler, almak zorunda kaldıkları kararlar konusunda öyle şeyler söylüyor ki kendisinin sayısız kez "Sophie'nin seçimi"yle karşı karşıya kaldığını anlıyorsunuz. Bu tür travmalardan yalnızca biri bile, tıpkı Sophie örneğindeki gibi, insanın hayatına damga vurmaya yetip artabilir.
Sophie'nin seçimi, William Styron'un romanı, Alan Pakula'nın filmi ve sonuçta dünya ortak kültür sözlüğüne girecek kadar yerleşik bir deyim. Roman da film de bütünüyle çok başarılıdır ama, yalnızca konumuzla ilgili sahnesinden söz edeceğim: Bir nazi subayı, iki çocuklu genç bir anne olan Sophie'yi ölüm kamplarına gönderilmek üzere çocuklarından birini seçmeye zorlar. Sophie eğer seçim yapmayı reddederse, çocuklarının ikisi de götürülecektir o kampa...
Savaş, altından kalkılması olanaksız olgular yaratıyor, her birine teşne olan insanların eliyle yaratılan cehennemler de diyebilirim, ve bu arada hazırda bekleyen faşizme en uygun zeminleri sunuyor. İnsanlık olarak bundan hiçbir kavmin ebediyen muaf olmadığını gün be gün öğreniyoruz. Tarihin canlı hali önümüze zorlayıcı tartışmalar çıkarıyor.
İsrail yönetimi, Hamas'ın sivilleri canlı kalkan olarak kullandığını öne sürüyor, yani 'sivilleri öldürmemizin suçlusu gereken yerleri boşaltmayan Hamas'tır' demeye getiriyor. Gerçek midir bu iddia? Diyelim gerçek olsun. Peki, Hamas'ın bu suçu, İsrail'in o sivilleri ve daha başkalarını öldürmesini bağışlatacak mıdır? Elbette ve kesinlikle hayır.
İnsan öldürmenin günümüz hukukunda bağışlanabilen tek türü, eskilerin "müdafaa-i nefs" dedikleri, canına kastedilme ânında olabilecek öldürme durumu değil midir? Biyolojik varlığın kendini koruma güdüsü? Bu "tehlike ânı" öğesinin geçerli olmadığı, öldürme ediminin bir hazırlık ya da planlamanın sonucu olduğu durumlara "taammüden" yani bile isteye, hazırlık yaparak öldürmek dendiğini biliyoruz ve bu tür kıtal mutlaka suç sayılıyor. İşte bu suçu haftalardır hem Hamas, hem de –misliyle, soykırıma vardırasıya- İsrail yönetimi işlediler.
Güncel tartışmalarda öne sürülen argümanlardan biri de Hamas'ı örgüt, İsrail devletini ise devlet olarak ele alıp farklı ölçütlere tâbi tutmak gerektiğidir. Farklı ölçekler, farklı ölçütler, evet, ama kısmen farklı. Belirli koşullarda örgütlere tanınan direniş hakkını, "müdafaa-i nefs" koşullarıyla sınırlı olarak anlamak gerekmez mi? Direniş örgütü olmak ayrımsız insan öldürmek hakkını vermemeli değil midir, tıpkı devletlere de vermediği gibi? Tersi durumda sizin de faşistlerden, terör devletlerinden farkınız kalmaz. Zaten böyle bir durumda "devlet-benzeri yapılanmalar"dan sayılırsınız.
Fikirler zorlanıyor. İdeal bir insanlıktan fersah fersah uzaktayız çünkü. Şu anda ilkesel ve hukuki olanı hem de tutarlı bir ısrarla savunabilen bir tek devlet adamı bulunabilir mi, bilmiyorum. Ama siz, gerekeni söylediniz sayın Guterres. Sanıyorum tarihe de öyle geçeceksiniz. Sözün gücü bazen sanılanın ötesindedir.
İnsanlığın en eski ve daha önemlisi en ortak uygarlık tarihlerinden birinin coğrafyası bu. "Batı"nın yeterince uzağında, bir örtü gibi petrol ve gaz yataklarının üstüne serilmiş, üstelik her tür saldırganlığı kolaylıkla kışkırtabilecek tarihsel inanç merkezlerinin ev sahibi bir coğrafya. Sonu gelmez öfkeleri ve çatışmaları kışkırtmaya, fitnelere, bundan daha elverişlisi düşünülebilir mi? Kim sattı bu yerin biletini iki ayrı talibe?
Ortaçağda olsaydık bunun dinler arası bir entrika olduğu söylenirdi, değil mi ki Avrupa'da "Din Savaşları" diye özetlenen savaşlar milyonlarca insanın ölümüne neden olmuştu. Bitmemiş olabilir mi o hırslar ve kinler? Sanmıyorum. Çıkarlara dönüştürülmüş olduğunu hepimiz biliyoruz. "Jeostrateji" diye söze başlayan uzmanlar bunun adını koymuş oluyorlar işte.
Acaba insanlık olarak ölüyor muyuz? Böyle düşünenler de var. Hani ölüm anında hayatımızın bir film şeridi gibi gözümüzün önünden geçtiği söylenir, tıpkı o misal, insanlığın bilinen (yazılı) tarihi bir film şeridi gibi gözümüzün önünden geçiyor ve ufukta bazı "ben yaptım oldu"cular açıkça görülüyor. Ama bir halkı tümden yok etmeye soyunan hiçbir zebani ruh bunu tam olarak başaramamış. ABD'deki "Kızılderili rezervasyonları" bu başarısızlığı her şeye rağmen gözler önüne seriyor. Almanya'da şimdi müze olan toplama kampları ve bugün, bu 2023 yılının kasım ayı başlarında bombaların krater açtığı Cebaliye Mülteci Kampı da öyle.
#TolgaŞardanGazetecidir #GazetecilikSuçDeğildir #TolgaŞardanaÖzgürlük |
Necmiye Alpay kimdir?Çalışmaları dil üzerinde yoğunlaşan Necmiye Alpay 1946 yılında doğdu. 1969 yılında Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi'ni (Mülkiye) bitirdi. 1978'de Paris-Nanterre Üniversitesi'nden uluslararası iktisat alanında doktora derecesi aldı. Mülkiye'deki öğretim üyeliği 12 Eylül 1980 darbesi ile başlayan süreçte sona erdi. İzleyen yıllarda akademide 'Türkçe' ve 'Yaratıcı Yazarlık' alanlarında dersler verdi. 2011 yılından itibaren uzun süre Radikal gazetesinde Dil Meseleleri üzerine yazdı. 2016 yılında İsviçre'nin Almanca PEN Merkezi tarafından onur üyeliğine seçildi. Kitapları - Türkçe Sorunları Kılavuzu (Metis Yayınları) - Dil Meseleleri / Uygulama Üzerine Yazılar II (Metis Yayınları) - Yaklaşma Çabası (Kanat Yayınları) Çevirileri - Freud ve Felsefe (Paul Ricoeur), Metis Yay. - Kültür ve Emperyalizm (Edward Said, Hil Yayınları)
|