Necdet Turhan

05 Kasım 2023

Ölümcül tırmanış Klimenjero

"Dağa göz değil yürek tırmanır"

Merhabalar.

2002 ve 2017 yılları arasında gerçekleştirdiğim Beş Kıtada Beş Maraton Beş zirve Projemin ikinci dağ etabı olan Klimenjero tırmanışını sizlere anlatmak istiyorum. Kenya'da başlayıp Tanzanya'ya uzanan, daha sonra yine Kenya'da devam eden bu serüven hayli uzun. Elimden geldiğince özetlemekten yanayım. Ancak Tırmanış öncesini de anlatmak ihtiyacı duyuyorum. Zira böylesi bir anlatı ile taşlar yerli yerine oturabilir. Bir görme engelli olarak Klimenjero Zirvesi'ne ulaşma çabam esnasında ve öncesinde yaşadıklarıma dair daha net fikir sahibi olabilirsiniz kanaatindeyim. Bu arada Beş Kıta projemin etaplarından Klimenjero tırmanışı ve Japonya Körler Maratonu'nun hayli zorlu geçtiğini, fizik kapasitemi aşan süreçler yaşadığımı ve her ikisininde birer ölümcül deneyim haline geldiğini ifade etmek isterim.

Dilerseniz Klimenjero serüvenime Kenya'dan başlayalım.

Türkiye'den Nairobi'ye 

29 Ağustos 2008 günü akşam saatlerinde Klimenjero Tırmanış programımız için Dubai aktarmasıyla Kenya'nın başkenti Nairobi Havaalanı'na ulaştık. Nairobi'de bir gece konakladık ve anlaşmamız olan yerel seyahat firmasının iki aracıyla Amboseli Milli Parkı'na hareket ettik. Böylece 6 gün tırmanış 5 gün safari olarak planlanılan etkinliğimizin ilk günü safari turuyla Amboseli'de başlayacaktı. Etkinliğimiz dağcı dostlarımızdan Ertuğrul Melikoğlu'nun sahibi olduğu Ankara'daki Exsplorer Firması tarafından organize ediliyordu ve Mustafa Kalaycı rehberliğindeki grubumuz 12 kişiden oluşmaktaydı.

392 km yüz ölçümüne sahip Amboseli bölgenin ünlü savan alanlarından bir tanesiydi. Bu coğrafyanın ünlenmesinde pozitif ve negatif etmenler vardı. Klimenjero'nun Karları öyküsünün yazarı Ernest Hamingway'in eserini burada geçirdiği günlerde yazdığı söyleniyor. Zira Amboseli'den Klimenjero'yu tüm görkem ve haşmetiyle izlemek mümkündü. Ambolseli'nin ünlenişindeki negatif etmen ise; bölgenin kadim hayvanları olan fillerin maruz kaldıkları katliam. Bilhassa yetmişli yıllarda yüksek oranda fil dişleri için katledilmişler. Afrika savanlarının bu masum, sevimli hayvanlarının artık uluslararası projelerle ve ulusal yasalarla korundukları söyleniyor. Ancak bu korumanın etkin olmadığıda bilinen bir gerçek. Bu gerçeklik sizleri üzebilir ve insan denilen kötücül varlığın, fildişi ticaretinden para kazanan şebekelerin yaptıkları karşısında yüreğiniz sızlayabilir.

Amboseli'de safari

Nairobi'den kısa bir süre sonra ulaştığımız Amboseli bölgesinde Ses çıkarmaksızın ilerliyoruz. Minübüslerin tavan bölümleri açık, kapıları kilitli. Ayrıca Milli Park içinde araçtan inilmemesi gerekiyor. Herkes ellerinde fotoğraf makineleri heyecan içinde ve pür dikkat çevreyi gözlemliyor. Bazen uzaktan da olsa Ambosili'nin yaban hayvanlarını görüyor ve en uygun mesafe ve açıdan fotoğrafları çekilmeye çalışılıyor. Klimenjero Tırmanış etkinliğimizin bitmesinin ardından tekrar safariye çıkacağımız Tanzanya Ngorongoro Bölgesi'nde Afrika'nın özgür hayvanlarına daha yakın olacağız ve daha fazla popülasyon ile karşılaşacağız.

Gerek Ambosili Savanları üzerinden gerekse Klimenjero Dağı üzerinden düşünüldüğünde tablo hazin. Zira milli parktaki pek çok sulak alan kurumuş. Klimenjero'nun buzulları ise yok olmanın eşiğinde. Ve her şey son yüzyılda gerçekleşmiş. Klimenjero buzullarında yüzde seksenlere varan bir kayıp söz konusu. Kuraklığın başlama öyküsü de tarihleme olarak hemen hemen aynı. Giderek artan fildişi ticareti ve avlanan diğer savan hayvanlarıyla son elli yıl içinde tablo daha da dramatik hale gelmiş. Kabesi kâr olan uluslararası sistemden, sanayileşmenin ulaştığı düzeyden, kapitalizmin iklim üzerindeki olumsuz etkilerinden, dünyanın sonunu hazırlamakta olan antroposen kötülüklerden buralar da payını almış.

"Evet Afrika'ya gelmişiz" 

Yaban hayvanlarını görmek ve görüntülemek konusunda pek de verimli geçmeyen Ambosili safarimiz akşam saatlerinde Tanzanya sınır kapısında sona eriyordu. Sınırdaki geçiş işlemlerimiz sonrasında Arusha şehrine hareket edildi. Gecelediğimiz bölgede duyduğum sesler bana "Evet, Afrika'ya gelmişiz," dedirtiyordu. Böyle hissedişimde çevreyi kulaklarımla izliyor, zihnimle görüyor olmamın payı hayli yüksekti. 

Amboseli ve Gorongoro safarilerinde de böyle olmuştu. Jeep arkadaşlarım mümkün olduğunca çevreyi bana anlatmışlardı. Bu anlatımlarla belleğimde güzel, çarpıcı zihin fotoğrafları ortaya çıkıyordu. Safariler esnasında Arkadaşlar heyecanla çevreyi gözlemlediler, fotoğraf çektiler, kamera kullandılar. Ama ben de onlar gibi heyacanlıydım ve kendimce çevreyi izliyor, zihnimle seyrediyordum. Nihayetinde kör olmak göreli bir şeydi. Konsantrasyonum ve yapılan betimlemelerle görme dışındaki algılarım harmanlanıyor körlüğüm buharlaşıyordu.

Arussa'da bir gece konaklayacağımız "Lodge" bölgesine karanlıkta ulaşmıştık. Lodgeler tropik ortamla uyumlu tek katlı ahşap yapılardı. Beş Kıta Projemin dağlar serisinde bana klavuzluk yapan, dağlarda kahrımı çeken ODTÜ Dağcılık ve Kış Sporları Kolu antrenörü Nevzat Öntaş ile birlikte kaldığımız lodgede hissettiklerim bende büyük bir tropik orman içinde olduğumuz izlenimi yaratıyordu. Bizi uzun süre uyutmayan bir de dostumuz vardı. Bulunduğumuz lodgenin hemen üstündeki ağaçta geceleyen bir cangıl kuşu yüksek volümlü sesiyle mütemadiyen bağırıyordu. Uyuyamıyorduk. Bir süre sonra Nevzat kalkıp kuşun bulunduğu yöndeki ahşap duvara birkaç kez vurmasıyla dostumuzun gece verdiği Afrika resitali sona erdi.

Tarzan filmlerindeki jangil sesleri

Geniş, rahat yatakların hepsi cibinlik ile korunmaya alınmıştı. Tülleri aralayarak yatağa uzanıp geceyi dinlemeye koyuldum. Duyduğum sesler çocukluk yıllarımda gördüğüm tarzan filmlerindeki cangıl sesleriyle aynıydı. Etkileniyor, bu sesleri duymaktan mutlu oluyordum. "Demek ki Afrika'ya gelmişiz" diye içimden geçiriyordum.

Sabah kalkınca lodgenin verandasında bir süre oturduk. Cennet misali bir ortamdaydık. Güzel enerjiler alıyor, kendimi iyi hissediyordum. Nevzat çevremizdeki tropik renk, ağaç ve bitkileri anlatıyordu. Konakladığımız lodgeler tropik özellikleri olan geniş ve ağaçlık bir bölgeye kurulmuşlardı. Kahvaltı yapacağımız büyük binaya ulaşan patikada yürürken sağa sola kaçışan küçük ceylanlar görüyorduk. Kahvaltıya Ernest de gelmişti. Ernest Minja Klimenjero tırmanışımızı yönetecek yerel rehberimizdi. Daha sonra yardımcısı David Moshi ile de tanışacaktık. Eksplorer firma rehberi Mustafa Kalaycı'nın organize ettiği 12 kişilik kafilemiz hazırdı. Toparlanıp tırmanışın başlayacağı Machame Gate'e ulaşmak için bizi bekleyen araçlara bindik.

Afrika'nın çatısına tırmanış başlıyor 

Machame Gate, Klimenjero Milli Parkı'nın giriş kapısıydı. Bağımsız bir ekip olarak bu kapıdan geçip tırmanmanız mümkün değildi. Yerel rehberlerinizin ve eşyalarınızı taşıyacak, kamp hizmeti verecek taşıyıcılarınızın olması gerekiyor. Porter denilen bu yoksul taşıyıcılar milli parkın girişinde ekipleri bekliyorlar. Onlara maksimum 15 kg eşyanızı verebiliyorsunuz. Girişte yapılan kayıtlarınız her kamp yerinde milli park görevlilerince tekrarlanıyor.

Görünen o ki Tanzanya hükümeti Klimenjero Milli Parkı'na özel bir önem veriyor. Ben bu önem verişte yoksulluğun belirleyici olduğunu düşünüyorum. Her yıl gerçekleşen iki sezonda binlerce kişinin Klimenjero Milli Parkı'na adım attığı ifade ediliyor. Bunların bir bölümü Afrika'nın çatısı 5895 m. Uhuru Zirvesi'ne çıkmayı öngörmeyen dağın değişik bölgelerine yönelik tur ve kamp organizasyonları. Fakat gerek Zirve amaçlı gerekse salt tur ve kamp amaçlı etkinliklerin hepsinde yerel rehber ve taşıyıcılar kullanılıyor.

Milli Parka giriş ücretli. Doğal olarak rehber ve taşıyıcılarda ücret alıyorlar. Bilhassa taşıyıcıların yoksullukları giysilerinden belli. Ayağında çorap dahi olmayan taşıyıcılar var. Ancak hepsi çok mütevazı ve çok güçlü. Malzemeleri ellerinde sırtlarında taşıdıkları gibi birde kafalarında taşıyabiliyorlar. Ben nasıl olup da dağın zorlaşan bölümlerinde bile kafalarında yük götürebildiklerinin incelenmesi gerektiği kanaatindeyim. Zannediyorum bu direnç, boyun ve omuz eklemlerindeki kuvvet ve bedenlerindeki beceri Afrika halkının genetik yapısıyla ilgili. Özetle Klimenjero tırmanışları yoksul Tanzanya halkı için bir geçim kaynağı durumunda.

Yedi saat ardından ilk kamp 

Bin 800 metre yükseklikteki Machame Kapısı'ndaki işlemlerimizi tamamlayarak iki rehberimiz ve taşıyıcılarımızla birlikte yola koyulduk. Nevzat her zaman olduğu gibi önümde gidiyordu ve sırt çantasında sesini takip ettiğim pirinç çan takılıydı. Yüreğim ve kulaklarımla çevremi algılamaya, zihnimle görmeye çalışıyordum. Yüksek ağaçlar altında geniş bir patikada yürüyorduk. Zemin hayli ıslak ve kaygandı. Kuşlar cıvıl, cıvıldı. Mutluydum. Japonya Dünya Körler Maratonu'nda oluşan ve beni ölümcül sınıra taşıyan o bildik coşku bedenimi kaplamaya başlamıştı.

Görme engelli bir koşucu olarak Japonya'da dersimi almıştım. Bu kez görme engelli bir dağcı olarak Klimenjero'da da dersimi alacağımdan bihaberdim. 

Dinamik, çevik adımlarla Nevzat'ı takip ediyordum. David Moshi hemen sağımda yürüyor ve daha sonra yavaş ol anlamına geldiğini öğrendiğim iki kelimeyi sıklıkla tekrarlıyordu: "Pole, Pole..."

Evet gerçekten de yavaş olmak, mülayim bir ritimde hareket etmek gerekiyormuş. Ve diğer tırmanıcılardan farklı bir tırmanış programım olması, 5 bin metre üzerinde yaşadığım perişanlığı ortadan kaldırabilirmiş. Geçmişe baktığımda böyle düşünüyorum.

"Nedir o farklı tırmanış programı?" sorusuna da vereceğim yanıt: "İlk ve son kamp yerlerinde bir gece daha fazla kalmak ve daha sakin yürümek" olacak. Böylece yüksekliğe uyumlu hale gelebilir, aşırı yorgun düşmeyebilir, hayati önemde sağlık sorunları yaşamayabilirdim. Yıllar sonra dağlara dair yaptığımız bir sohbette Nevzat Öntaş; "En zorlu etap Klimenjero tırmanışıydı. Barafu'dan sonra karşımda ölüyordun." diyordu.

Görme engelli oluşum hem daha fazla yorulmama yol açıyor, hem de bir anda bin 200 metre yükselip hemen ertesi gün tırmanışa devam etmek dağa uyum sağlamamı zorlaştırıyordu. Zira bin 800 metre Machame Kapısı ardından 7 saat yürüyerek ulaştığımız ilk konak yeri Machame Kampı 3 bin metre yükseklikteydi.

Shira kampı ardından başlayan sorunlar

Klimenjero maceram ardından Türkiye'ye döndüğümde merak ediyor ve eylül sezonunda dağda olan farklı grupların tırmanış raporlarını, öykülerini inceliyorum. Web sayfalarında yer alan anlatımların ortaklaştığı konular şöyle: İkinci kamp yeri olan 3 bin 878 metre SHIRA Kampı'na kadar kayda değer sorun yok. 4 bin metre sonrasında gruplarda mide bulantıları, baş ağrıları yaşayanlar, kendilerini iyi hissetmediklerinden geri dönenler oluyor. Dağa uyum tırmanışı olarak ifade edilen 4 bin 600 metre LAVA TOWER'de dağın ciddiyeti anlaşılmaya başlanılıyor. Bu arada söylemeliyim ki; gruplarda dağcılık altyapısı olan kişi sayısı fazla değil. Pek çok kişinin sadece doğa sever ve idmansız katılımcılar olduğunu biliyorum. Dahası içlerinde malzemesi yetersiz ve kilolu olanlar da var. Klimenjero'nun tanıtımlarında eteklerinden zirveye değin ulaşan patikalar sisteminden söz edilip rahat bir dağ olduğu imajı veriliyor.

Bu reklam çalışması da binlerce kişiyi Tanzanya'ya çekiyor. Oysa durum böyle değil. Evet patikalar var. Ancak Baranco Duvarı gibi riskli yerlerin de olduğu bir gerçek. Ve en mühim konu; yükseklik. Özetle dağcılık alt yapısı olmayan bir doğa yürüyüşçüsünün Klimenjero'da sorun yaşamaması neredeyse mümkün değil. Bana gelince. Evet bir miktar dağcılık deneyimim var ve idmansız da sayılmam ancak özgün durumum nedeniyle bir iki gün daha uzatılmış programım olmalıydı. Bu benim Klimenjero deneyimimden çıkardığım en belirgin ders.

Şu an aklıma geleni ifade edersem; Klimenjero Bir Tırmanış Maratonu ve önemsenmesi gereken bir yükseklikte son buluyor. Bu nedenle reklamlarına bakılarak hafife alınmamalı. "Deneyimim diyorsun da nedir başına gelenler?" diye sorabilirsiniz. Daha sonra onu da anlatacağım. Taşların yerli yerine oturması için tırmanış kronolojisi üzerinden gidiyorum. Fakat şu kadarını söyleyeyim; son kamp yeri olan Barafu ardından 5 bin metre üzerinde sabaha karşı ölümcül sınıra yaklaştım, had safhadaki yorgunluğum ve yüksekliğe uyum sağlayamadığım için perişan durumlara düştüm. Beynimde ve akciğerlerimde ödemler oluşabilir, kalp ritmim negatif hale geçebilirdi. Buna karşın Japonya Körler Maratonu'ndaki o akılsız inadım burada da tezahür etti ve ODTÜ Dağcılık ve Kış Sporları Kolu antrenörüNevzat Öntaş'ın karşı çıkmasına rağmen yerel rehberlerimiz Ernest ve David ile o perişan halimle tırmanışa devam ettim.

SHİRA Kampı'ndan 6-7 saatlik bir tırmanış sonrası çisentili serin bir havada ulaştığımız 4600 m. LAVA TOWER'e geri dönersek; buradan dere yatağı niteliğinde oldukça dik ve kayalık bir kulvardan 3'üncü kamp yeri olan 3 bin 950 metredeki Barranco kampına iniliyordu. İnişler benim için sorunlu etaplar. Zira iniş pozisyonunda dengemi sağlamak hayli zor oluyor. Mümkün olduğunca küçülerek inmeye çalışıyorum. LAVA TOWER'e kadar çoğunlukla Nevzat Öntaş'ın taşıdığı çan sesini takip ederek geldim. Tabii ellerimde batonlarımın olması da denge sağlamamı, çan sesini etkin takip etmemi ve önüme çıkan bazı engelleri fark etmemi kolaylaştırıyordu. Ancak LAVA TOWER'den bir dere yatağını izleyerek Baranco Kampı'na inişimiz esnasında durum değişti. Nevzat önden iniyor, beni bekliyor ve inmem, geçmem gereken riskli yerleri bana tanımlıyordu. Kırık ve dik kayaların olduğu, yer yer eğimi artan benim için zor ve tehlikeli bir kulvardan sağlı sollu geçişler yaparak Baranco Vadisi'ne iniyorduk. 

Baronco'dan karabalıkçı günlerime

Vadi tabanına ulaştığımızda karanlık basmıştı. Gece sessizliğinin huzurunu hissediyordum. Öten böceklerin sesleri yorgunluğumu almış, Beni ruhsal ve bedensel manada rahatlatmıştı. Bir ara aklım karabalıkçı günlerime gitti. Uludağ'ın yaylalarında da akşam serinliğinde ve gece karanlığında böcekler korosundan benzer senfonileri dinlerdim. Zaten yıllar, yıllar sonra fark ettim ki görme engelli olduktan sonra dağlarda hep o sesleri aramışım. Beni dağlara tekrar çağıran belleğimdeki o sesler olmuş. Karabalıkçı günlerimde Uludağ'ın vadilerinde, serin sisli yaylalarında, berrak sular akan derelerinde, efil efil esen rüzgarlarında duyduğum ve anlatımı lisana sığmayacak görkemli o sesler... Yıllarım dağlarda hep gençlik anılarımdaki sesleri aramakla geçmiş. Apayrı bir yazı konusu olan Karabalıkçı günlerimden de kısaca söz edeyim dilerseniz. Ben 13 yaşımdan başlayarak Uludağ'ın derelerinde, yaylalarında büyüdüm. Evimiz Uludağ'ın eteklerinde Kaplıkaya Deresi yakınlarındaydı. Kaplıkaya Deresi beni Uludağ'ın diğer dereleriylede tanıştırdı. Ve yıllarım o derelerde kırmızı benekli alabalıkların peşinde koşmakla geçti. Fidyekızık yöresinde oturan Gültekin Ailesi yanında geçirdiğim yıllardada dağ ve köy yaşamını öğrendim. Karabalıkçı günlerime dair geniş bilgi için; T24 Haftalık'ta yayımlanan "Kara Balıkçı" yazıma bakılabilir.

Nevzat Baranco Vadisi'ne inişte dağcılık donanımını kullanarak benim için en uygun rota ve geçiş noktalarını tespit edip yönlendiriyordu. Bende tüm konsantrasyonumu kullanarak self balans yapmaya çalışıyor, yer yer bedenimi küçülterek adımlarımı sukunetle atıyor, kendimce daha az risk almaya gayret ediyordum. Görme engelli dağcı olarak nasıl haraket ettiğim ve neleri önemsediğim konusunda yine T24 Haftalık'da yayınlanan "Denver'deki Ses ve Colorado Anıları" yazısına bakılabilir.

Biz bir iki saat arkadan geldiğimiz için Baranco Vadisi'nde çadırlar açılmış ve kafileden arkadaşların bir bölümü sohbet ediyor, bir bölümü de dinleniyordu. Hafif ıslak ve serin bir gecede yeşili bol bir vadi içindeydik. Kulaklarım bana İngilizce seslenen ve coşkuyla alkışlayıp kutlayan bir kadın sesi arıyordu. Fakat o ses Baranco Kampı'nın girişinde yoktu. Bana mutluluk veren o ses ile ilk kez Machame Kampı'nda tanışmıştım. Nevzat'la yine arkadan geliyorduk. Yaklaşık 7 saat süren yürüyüş sonrasında ilk kamp yerimize ulaşmak üzereydik ve kampın alt başında bana İngilizce seslenen ve alkışlayan bir genç kadın vardı. Zannediyorum yolda benim görme engelli olduğumu fark etmiş ve bizi beklemişti. Ona yaklaştım. Aradan yıllar geçti arkadaşın adını şu an anımsayamıyorum. Ayaküstü kısaca konuştuk. Amerika'dan gelmiş, 30-35 yaşlarında siyahi bir kadındı. Mutlulukla beni kutluyor ve içten sözler söylüyordu. Çok sempatik ve sevimliydi. Onun mutluluğu benim de mutluluğum olmuştu. Ve ertesi gün ikinci kamp yerimiz 3 bin 850 metre yüksekliğinde ki Shira kampına akşam saatlerinde yaklaştık. Kampın alt başında siyahi kadın arkadaş bizi yine beklemiş ve yine bağırıp bizi kutluyordu. Sesinin geldiği tarafa bakıp tebessüm ve teşekkür ettim. Elimi kaldırdım. Onu selamladım. O an yüzümdeki yorgunluk çizgileri yok olmuş olmalıydı. Dağda bir mutluluk perisi ile karşılaşmıştım sanki. Onun bizi düşünmesi, kamp dışında beklemesi ve alkışlaması yüreğime ferahlık veriyor, beni rahatlatıyor, mutlu ediyordu. Ancak Baranco'da onun sesi yoktu. Farklı bir rotadan Zirve'ye devam ediyor olmalılardı. "Zirve" diyorum zira; Mutluluk Perim ile 5 bin 800 metre civarında Stella Point ardından bir kez daha karşılaşacaktım.

Baranco Duvarı'na tırmanış

Baranco Vadisi'nde rahat bir gece geçirip, yeterince uyudum. Nevzat da bana riskli yerlerde kılavuzluk yapmanın yorgunluğuyla deliksiz bir uykuya dalmış olmalıydı. Klimenjero Tırmanış maratonunun üç kamplık bölümü başarı ile tamamlanmıştı. Ertesi gün; konakladığımız vadinin çıkışı olan 400 metre yükseklikteki kayalık Baranco Duvarı'na yöneldik. Sabahın erken saatleriydi. Güneş henüz vadiye vurmuyordu. Tüm ekipler tırmanışa geçtiklerinden Duvar karınca gibi insan kaynıyordu. Bu yönü ile de tehlike her zaman mevcuttu. Kazara önde tırmananlardan biri taş düşürse arkadan gelenlere çarpma olasılığı alabildiğince yüksekti. Tahminim hiç kimsede de kask yoktu. Çadır kurulan vadi tabanından 150-200 metre sonra duvar başlıyordu.

Bir süre çıkanları seyrettik. Nevzat bana ön bilgilendirme yapıyor ve duvarın niteliğini anlatıyordu. yaklaşık 400 m olan Baranco Duvarı'nın bazı kısımları rahat olmakla birlikte bazı bölümlerinde Benim için iple emniyet alınması gerekiyordu. Fakat yanımızda ip, karabin, emniyet kemeri vs malzeme yoktu. Duvarın biraz tenhalaşması ile tırmanışa geçtik. Birçok yerde batonlarımın perlonlarını bileklerime takıp üç nokta kuralına dikkat ederek tırmanıyordum. Nevzat gerektikçe yöneleceğim rotayı tarif ediyordu. Yükseldikçe sağ tarafımdan boşluk hissi oluşmaya başlamıştı. Tıpkı Karabalıkçı günlerimde Uludağ Balıklıdere'de büyük sarbı çıkarken duyduğum boşluk hissine benziyordu. Tek farkla; Balıklıdere'nın büyük sarpındaki vadi boşluğu sol yanımdaydı. Esler yaparak tırmandık ve iki saate yaklaşan sürede Duvar'ın üst başına ulaşabildik. Uygun bir yer bulup oturunca, Nevzat çantasından kahve ve kuruyemiş çıkarttı. Epeyce yorulmuştum ama kendimi henüz tükenmiş hissetmiyordum. Arka tarafta da ortasından bir çay geçen daha küçük vadiler vardı. Bu vadilerden sağlı sollu yükselip son kamp yerimiz olan Barafu'ya çıkacaktık. Baranco ve Barafu arasındaki bu etap 5000 M. ardından gelen tükenişimin başlangıcıydı adeta...

Son kamp 4 bin 600 metre barafu

Yaklaşık on saat sonra Barafu Kampına ulaştık. Kelimenin tam anlamıyla yorgundum. Yorgunluğumda saatlerce tırmanmak dışında giderek artan yüksekliğin yani yoğunluğu azalıp seyrelen oksijenin etkiside büyüktü. Buzul anlamına gelen Barafu Bölgesi'nde çadırların topluca kurulabileceği düz bir alan yoktu. Eğimli ve hiçbir bitkinin olmadığı Barafu Kampı'nda büyük kayalar arasına basamaklar halinde çadırlar açılmıştı. Bizim kafileden Nejat Akıncı ile selamlaştık. Akıncı bizi kutluyordu. Sıkıntılıydım, kendimi pek iyi hissetmiyordum. Çevre de sıkıntılıydı. Çadırın fermuarını açıp bir iki adım düz ve sorunsuz yürümek neredeyse imkansızdı. Her taraf kayalıktı. Elimde batonlarım olmasa tepetaklak gidebilirdim. Nevzat her zaman yaptığı gibi bana çevreyi anlatıyor, dikkat etmem gerekenleri söylüyordu. Daha sonra organizasyon rehberimiz Mustafa Kalaycı yanımıza gelerek yarınki tırmanış hakkında bilgilendirme yaptı. Ona da sorular soruyor, rotayı kavramaya, beynimde canlandırmaya, zihin fotoğrafları yapmaya çalışıyordum. Zira beynimde gördüğüm yerleri tırmanmam daha kolaydı. Bunu daha önce tırmandığım dağlardan gayet iyi biliyordum.

4 bin 600 metre Barafu Kampı Klimenjero'da 4'üncü gecemiz olmuştu. Aslında yarım gecemiz demem daha yerinde olabilir. zira gece yarısı 24.00'te Zirve tırmanışımız başlayacaktı.

Klimenjero faaliyetinin en zorlu olan bu bölümüne dair incelediğim tırmanış raporlarının özeti ise şöyleydi: Bazı katılımcılar kendilerini iyi hissetmediklerinden son kamp yerinde kalıp tırmanışa iştirak etmiyorlardı. Tüm ekipler istisnasız gece yarısı yola çıkıyordu. Tırmanış esnasında devam edemeyip geri dönen kişi sayısı tırmanışın bu etabında daha fazlaydı. Gündeme gelen sağlık sorunları; uykusuzluk, rahat nefes alamamak, mide bulantıları ve baş ağrıları, aşırı rüzgâr ve soğuk sebebiyle ortaya çıkan dirençsizlik ve performans yetersizlikleriydi...

Tükenişe yolculuk başlıyor

O gece uyuyamamıştım. Üstelik midem de iyi değildi. Yediklerimin bana yaramadığını düşünüyordum. Hafif bir kahvaltı sonrasında gece yarısı tırmanışa geçtik. Dinlenememiştim, yorgun ve uykusuzdum. Bu durumum Japonya Dünya Körler Maratonu başlangıcındaki halim ile aynıydı! Tırmanış gece yapılacağı için kafa lambaları takılmıştı. Tabii benim kafa lambasının ışığına ihtiyacım yoktu. Çan sesini takip ediyor ve gerektiğinde yapılan yönlendirmelerden yararlanıyordum. Üç kişiydik. Nevzat, Ben ve David. Zirvede açacağımız ve Barafu Kampında unuttuğumuz iki pankartı alıp daha sonra Ernest'in bize katılmasıyla dört kişi tırmanmaya devam ettik. İki üç kat giyinmiş olmama ve kış koşulları için üretilmiş kaz tüyü giysime rağmen üşüyordum. Üşümemin temel sebebi direnci düşmüş yorgun bedenim ve sert esip soğuğu ikiye katlayan rüzgardı. Sabaha karşı soğuk daha da artmıştı. Rota taşlı, esler çizen bir patika niteliğindeydi. Ancak bazen basamaklar halindeki büyük kayaların aşılması gerekiyordu. Başlangıçta çan sesini ve Nevzat'ın gerektiğinde yaptığı yönlendirmeleri gayet iyi takip ediyor, mümkün olduğunca dinamik ve seri adımlar atmaya çalışıyordum. Fakat alt gövdem giderek katılaşıyor vücudum ağırlaşıyordu. Adımlarımda tökezlenmeler başlamıştı. Nevzat durumun farkındaydı. Nasıl olduğumu sorduğunda, "iyiyim" diyordum. Ancak verdiğim normal bir yanıt değildi. Sesim kısılmıştı. Ağzım bir garipti. Sanki damağım ve diş etlerim yukarıya çekiliyordu. Tükrük bezlerim çalışmıyor, kurumaya başlayan ağzımdan sesim hırıltılarla çıkıyordu.

Mola verdiğimizde bir kayaya yaslandım. O da ne! Nevzat'ın verdiği su bardağını elimi koordine edip ağzıma götüremiyordum. Bir bardak suyu içmekten acizdim. Nevzat kaygılıydı, "Dönmemiz gerekiyor" diyordu. Susuyor, konuşmuyordum. Tuvalet ihtiyacım doğduğunda, David bir kenara götürdü. Onlara söylemedim, ancak ishal olmuştum. Halsizliğim, ağzımdaki kuruma, damağımdaki ve diş etlerimdeki yukarı çekilme hissi, ses kısıklığım giderek artmıştı. Nevzat kaygılı bir ses tonuyla tekrarlıyordu: "Dönelim. Bir de hava patlarsa mümkün değil dönemeyiz."

Hava kısmen aydınlanmış durumdaydı. Son mola yeri Stellla Point'e hayli yakındık. "Dönmeyelim," dedim. Fakat kısık ve hırıltılı sesimle zor konuşabiliyordum. Nevzat hem bana direttiğim için çok kızgın hem de sorumluluğumu taşıdığı için çok kaygılıydı. İnadım karşısında öfkesini kontrol edemiyordu, "Siktir git, ama dönemeyeceksin!" dedi. Benim o halim, o ölümcül perişanlığım karşısında yüzünü göğe dönerek "Bizi aldattılar, bizi aldattılar..." diye haykırdığını anımsıyorum.

Zira tırmanışın diğer dağlardaki performansıma bakılarak benim için oldukça kolay geçeceği söyleniyordu. Ondan fotoğraf makinasını almak istedim, vermedi. Zenci arkadaşlara İngilizce hadi gidiyoruz dedim. Onlar da Nevzat ile kavga ettiğimizin farkındaydı. Ne olduğunu soruyorlardı. David ve Ernest'e Nevzat'ın çok kaygılı olduğunu, havanın patlayabileceğini ve benim durumumu hesaba katıp buradan geri dönmeliyiz dediğini söyledim. Ernest, "Buradan değil, farklı bir rotadan ineceğiz, orası daha kolay," dedi. Üç kişi tırmanışa devam ettik. Adımlarım ağır ve aksaktı. Ara sıra David'e, "Nevzat geliyor mu?" diye soruyordum. O da "Evet geliyor," diyordu. Nevzat'ın bizi takip ediyor olması Beni rahatlatmıştı. Kendimi daha dirençli ve iyi hissediyordum.

Son mola Stella Point

Asıl zirve olan 5895 metre Uhuru noktasına yaklaştıkça rüzgâr daha da şiddetleniyor ve soğuk artıyordu. Rahatsızlanıp geriye dönen kişilerle karşılaşıyorduk. Zor koşullarda 5780 metre Stella Point Zirvesi'ne ulaştık. Nevzat da yanımıza gelmişti ama suskundu, konuşmuyordu.

Kısa bir mola verip dinlendik. Stella Point Klimenjero Krater Çanağı'nın hemen kenarındaydı. Sol taraftaki sırt hattından yükselip 1.5 saatlik tırmanış sonrası asıl zirve Uhuru'ya ulaşacaktık. Ben iki büklüm yürüme çabası içindeydim. O da ne! Ansızın mutluluk perim önümde beliriverdi. Onların kafilesi zirve yapmış dönüşe geçmişlerdi. Mutluluk Perim sarılıp beni sıkıca kucakladı Ağlamaklı, yorgun ses tonuyla bir şeyler söylemeye çalıştı ve yanımızdan hızla ayrıldı. Her şey bir anda olup bitmişti.

Ellerimi batonlarımdan ayırıp ona sarılamamıştım bile. Türkiye'de Klimenjero yaşanmışlıklarımı anımsadığımda Mutluluk Perim aklıma geliyor ve e-posta adresini almadığıma ve onunla daha sonra yazışamadığımıza üzülüyorum. 

Dağa göz değil yine yürek tırmanmıştı

Mutluluk perimle yaşadığım duygu yoğun anlar geride kalıyor, Zirve yoluna devam ediyoruz. Güneş kendini göstermeye başlamıştı. Fakat hava yine soğuktu. Zira sert zirve rüzgarı hiç durmaksızın esiyordu. Saat 08.30 sularında Afrika'nın çatısı olarak kabul edilen Uhuru Zirvesi'ndeydik. Fırtınada Ağrı Zirvesi yolculuğumda zihnimden geçen direnmeye dair o söz yine aklımdaydı; "direnmenin ustası, çilenin piri olmak." Klimenjero Zirvesi'ne yüreğimin bana verdiği içsel enerjiyle ulaşmıştım. zira fiziksel kapasitem yerlerde sürünüyordu. Zirve geniş sayılabilecek düzlük bir alandı. Ahşap bir pano üzerinde İngilizce olarak, "Kutlarız 5895 metre Uhuru Zirvesi'ndesiniz" yazıyordu. Ortalık bayram yeri gibiydi. Hayli kalabalıktı. Fakat bu ortalama bir kalabalık değildi. Ağlayarak birbirlerine sarılanlar, rahatsızlanıp yerlerde yatanlar hatta Afrikalı taşıyıcıların sırtlarına alıp aşağıya indirmeye çalıştıkları Avrupalılar vardı. Bir taraftan da herkes başarısını Zirve panosu önünde fotoğraf çektirip belgesel kılmak istiyordu. Fotoğraf için bekleyenler kuyruk oluşturmuşlardı. Bizde sıramızı bekleyip zirve panosu önüne geçtik. Nevzat çantasından Türk Bayrağı'nı çıkartıp, fotoğraf makinesini Ernest'e vermişti. Ernest bizi bayrak ile fotoğrafladı. Sıra ODTÜ flamamızdaydı. Flamayı Nevzat ile açtık. Ve iki pankart:

"Dağa göz değil yürek tırmanır."

"Yaşamı sevmek için yürek başarmak için emek gerek."

Soğuktan yüzüm göm sarılı rüzgâra karşı direnerek pankartları tutuyordum. Pankartlar mutluluk ve onurumuzu perçinleyen son kareler olmuştu. Hem rahatsızlığım hem de soğuk nedenleriyle Uhuru Zirvesi'nden hızlıca uzaklaşmak, aşağılara inmek gerekiyordu. Zirveden ayrıldık. Nevzat ile olağan ekip modelimize geçip çan sesiyle yürümeye başladık. Bir süre geride kalıp çan tutmayı Ernest ve David'e bırakmıştı. Üçümüz inişe devam ediyorduk. Arkamızdan fotoğrafımızı çekmiş. Daha sonra bana anlatılan bu kare tam bir Klimenjero Klasiğiydi. Bulutlar, bulutlar, bulutlar ve bulutların beyazlığı, göğün maviliği içinde yürüyen üç insan slüeti. Orada, mutluluk rengim olan mavilikler içinde beyaz bulutlar arasında ayaklarımla değil de yüreğimle yürüyor olmalıydım. Dağa göz değil yine yürek tırmanmıştı.