Nataşa Mektupları

23 Mayıs 2011

Duymak ve dinlemek, anlamak ve sevmek

... Alışkanlık bazen insanı kör ediyor. Ya da en azından dikkatini zayıflatıyor...


Sevgili Hakan,
Alışkanlık bazen insanı kör ediyor. Ya da en azından dikkatini zayıflatıyor, reflekslerini törpülüyor. 
Buralara kısa süre önce gelen Ruslar’ın Türkiye ve Türkler üzerine taze gözlemlerini dinledikçe hem keyifleniyorum, hem de “Ben nasıl kaçırdım?” ya da “Nasıl artık bunu fark etmez oldum?” diye hayıflanıyorum. 
Uzun yıllar Almanya’da yaşadıktan sonra, birkaç ay önce buraya yerleşen bir kız arkadaşımın bana İstanbul’daki ilk görüşmemizde anlattıkları ilginçti. İlk sözleri şu oldu:

- Türkler’de duymak ve dinlemek arasında epeyce bir mesafe var…


Ben bunu açıklamasını istediğimde, birçok şey anlattı ve yorumladı. En başta da “Türkler’de kendini ifade etme, bazen de kendi fikirlerini kabul ettirme ihtiyacının çok güçlü olduğu” görüşünü dile getirdi.
Basit örnekler verdi. Aktarayım.
*      *      *
Bir gün eşiyle bir dükkânın kapısından başlarını uzatıp da pembe gömlek olup olmadığını sorduklarında, satıcının soruya cevap vermek yerine onları içeri, yani dükkânın kapısından daha uzak ve hemen geri dönmenin zor olduğu bir mevziiye çekmek için hamleler yaptığını anlattı. Kendilerinin soruyu tekrarlamaları karşısında, tezgâhtarın “Elbette var efendim” cümlesini yüksek sesle, “Bakarız, bir şeyler uydururuz” kelimelerini ise nispeten daha sessiz ve sanki kendi kendine söylediğinin altını çizdi.
Bu durumda içeri girmek zorunda kaldıklarını, ancak orada geçirdikleri on dakika içinde kendilerine sunulan kırmızı, gülkurusu ve turuncu gömlek seçeneklerinin nasıl olup da pembenin yerine önerildiğini anlayamadıklarını, sonuçta laf kalabalığı altında zaman kaybettiklerini ve biraz da sinirlendiklerini söyledi.
Üstelik bu konuda dile getirdikleri memnuniyetsizliğin, tezgâhtarda yapmacı bir şaşkınlık maskesi altında karşı tepkiye yol açtığını ve sanki doğal olanın ve herkesin yaptığının, pembe olmasa da, “pembeyi andıran” bu seçeneklerden birinin kabullenilmesi olduğunu ima etmesiyle sonuçlandığını ifade etti.
Sonra bana “buralarda daha eski olduğumdan dolayı” Türkler’de renk ayrımının önem taşıyıp taşımadığını sordu. Doğrusu, gülmekten cevap veremedim ve izlenimlerini aktarmaya devam etmesini rica ettim.
*      *      *
Bir başka örnek verdi.
Yaşadıkları semtin pazarına gitmişler. Orada yeni evlerine uygun bir perde beğenmişler. Satıcı ne kadar gerektiğini sorunca, ikişer metrelik iki parçaya ihtiyaç duyduklarını anlatmışlar. 
Satıcı elinde kalan kumaşın sadece 3 metre 75 cm olduğunu, ama bunun da yeterli olacağını ısrarla tekrarlamış ve orada da kalan 25 cm’lik kısmın önemi ve bu konuda kararın kimin (alıcının mı, satıcının mı) vermesi gerektiği üzerine tartışmışlar. (Bu arada arkadaşım, Türkçe’ye fazla hâkim olmadıklarından dolayı, tartışmalarının pazardaki başka insanlar tarafından özel bir ilgiyle izlendiğini söylerken gülüyordu.)
Kasaba girip de 430 gram kadar kıyma istediğini, kasabın da “400 mü, 450 mi?” ve “Abla, yarım kilo versem olmaz mı?” soruları karşısında şaşırdığını, onun şaşırmasının adamcağızı daha da şaşkın bir hale getirdiğini duyduğumda ise bu kez ben gülmekten yerlere yattım. Rusya’da bazen böyle ayrıntılı talep ve kesin gramlarla alışveriş yapanlar çıkıyor, ama buralarda her şeyi “yuvarlamak” gerek, hayat böyle kolaylaşıyor, neylersin…
*      *      *
Arkadaşım, böyle, oldukça sıradan birkaç örnek verdikten sonra, bazı Türkler’in kendi dillerine ve kavramlara fazla önem vermemelerinin, karşısındakilerin dediklerine pek de özen göstermeden kendilerine uygun cevap ve tavırları seçmelerinin nedenini sordu.
Ona, geleneksel Doğu alışkanlıklarıyla bezenmiş alışveriş sanatını bir parça anlatmaya çalıştım. Alıcıyı rahatsız etmeyecek bir “lafazanlığın” alışverişte çoğu kez önemli bir unsur kabul edildiğini anlattım. Tabii açıkça kandırma veya bu durumlarda kullanılan sözcükle “kafaya alma” üslubu ayrı.
Söylediklerimi anlamış gibi yaptı ve biraz sakinleşmiş haliyle, “Aslında asık suratlı Ruslar’a kıyasla Türkler’in avantajları da var; en azından gülümsüyorlar, müşterinin gerçek alıcı olup olmadığını bilmeden çay bile ikram edebiliyorlar” gibi iyimser yorumlar dillendirmeye çalıştı.
Ama yine de kafasının karışık olduğu belliydi.
*      *      *
Son olarak yarım yamalak Türkçesi ile televizyonda izlediği tartışma programlarına değindi. Tartışan insanların sık sık birbirinin sözünü kesmesine, ya da en azından zoraki bir sabırla sonuna kadar dinliyormuş gibi yaptıkları sözler tamamlanır tamamlanmaz, saniye bile geçmeden karşı saldırıya geçmelerine dikkat çekti.
Bu özelliğin Rusya’da da çok farklı olmadığı sonucunu birlikte çıkardık. Ama birçok Avrupa ülkesindeki benzeri örnekler çoğu kez daha uygar görünüyordu.  İnsanlar burada olduğu gibi orada da birbirini sevmek veya görüşlerini kabul etmek zorunda değildi, ama karşılıklı olarak varlıklarına ve farklı görüşte olmalarına daha rahat saygı gösterebiliyordu.
Söyleneni dinlemeye zaman ayırmak ve karşısındakinin seçtiği kelimelerle anlatımlara bakarak onun derdinin ve isteğinin ne olduğunu anlamaya çalışmak önemliydi. Bu çaba olmayınca karşılıklı olarak kullanılan binlerce  kelime her seferinde boşa gidiyordu.
Sözünü Goethe’nin bir deyişi ile tamamladı:  
- Herkes, ancak anladığı şeyleri duyabiliyor.

Ben de ona İgor Karpov’un bir sözünü hatırlattım:
- Herkes kullandığı dilin inceliklerini bildiği ölçüde birbirini anlayabiliyor.

*      *      *
İnsanların birbirlerini anlaması, anlaşmaları sanıldığı kadar kolay bir şey değil. Tersine, çok zor. Hatta belki de en önemli sorunlardan biri. 
Pek çok psikologa göre, günümüzde insanlarının en büyük sorunu, birbirlerini dinlemesini ve anlamasını başaramamak. Bu yüzden iş hayatından özel yaşama kadar bir dizi sorunla boğuşuyorlar. Birçok proje bu yüzden gerçekleşmiyor, pek çok çift bu nedenle boşanıyor, arkadaşlıklar bundan dolayı bozuluyor.
“Anlaşılmamak” veya (belki daha kötüsü) “yanlış anlaşılmak” insanların en çok yakındıkları konuların başında geliyor. 
Nasıl gelmesin? Düşündüğünüzle söylemek istediğiniz, söylediğinizi sandığınızla söylediğiniz, söylediğinizle karşınızdakinin duymak istediği, onun duymak istediğiyle duyduğu ve anlamak istediği, anlamak istediğiyle anladığı… arasında hep farklar oluyor.
Ne zor şey değil mi düşünmekle anlaşılmak arasındaki köprü?
Bir psikologun dediği gibi, duymakla anlamak, anlamakla sevmek arasında büyük bir bağ var.
Bu bağı kurabilmek için insanın en başta karşısındakini yalnızca duymayı değil, aynı zamanda dinlemeyi de öğrenmesi gerekiyor, öyle değil mi?
Sevgiyle kal.
Nataşa