Mustafa Alp Dağıstanlı

04 Ocak 2012

Uludere katliamı: Girdabın eşiğinde

Uludere katliamı kritik bir eşiğe gelindiğinin çok önemli işareti. Katliamın bir hata sonucu mu...

Uludere katliamı kritik bir eşiğe gelindiğinin çok önemli işareti. Katliamın bir hata sonucu mu, yoksa bir provokasyon marifetiyle mi meydana geldiği tali bir konu. Neden tali olduğuna Murat Belge (“Eski ile yeninin arasında”, Taraf, 3.1.2012) ve Hasan Cemal (“Kafa değişmezse yeni Uludere’leri yaşamaya devam eder Türkiye”) değindi. Kısaca şunu söylediler: Savaşmaya karar verdiyseniz, böyle hatalarla ya da provokasyonlarla karşılaşırsınız. Hasan Cemal, 2011’in son günü çıkan yazısında (Operasyon hatası değil, Uludere katliamı!) bir şeye daha dikkat çekti: “‘Devletinelinin ne kadar ağır olabileceğini Kürtlere göstererek sonuç alma’ stratejisi 1990’ların ilk yarısında en sert biçimde uygulandı. (…) Hükümet şimdi yine aynı yolda.”

Bu söylenenlere tamamen katılıyorum, fakat bu katliamda durumu biraz daha hassas ve tehlikeli hale getiren bazı özellikler olduğunu düşünüyorum. 1990’ların ana karakteristiği, “cephe”de tavizsiz bir sertlik, cephe gerisinde de ağır bir ideolojik baskıydı. Siyasiler figüran gibiydi, Genelkurmay’ın stratejisi ve taktikleri uygulanıyordu. “Cephe” sadece Kandil ve Türkiye sınırları içindeki dağlar değildi; bütün Kürt köyleri, sokaklarıydı. Hatta evleriydi; Jitem, Çatlı, Yeşil, vs marifetiyle Kürt aydınların yokedildiğini hatırlayın.

Cephe gerisi ise Kürt olmayan kitleydi. Bu kitlenin, bu uygulamaları sorgulamaması, itaat etmesi gerekiyordu. Dolayısıyla, cephe gerisinin en önemli “cephe”si medyaydı. Gazeteler ve televizyon kanalları zaten ordunun çizgisindeydi, gayet itaatkardı, ama buna rağmen yöneticileri zaman zamanGenelkurmay’a brifinge çağrılırdı.

Köylerin boşaltılması, ateşe verilmesi, ormanların yakılması sıradan uygulamalar kabul edilmişti. Bunlar, aslında, işgalci bir gücün istila hareketleridir. Ruslar, 19. yüzyılda Kafkasya’yı istila ederken, Şeyh Şamil önderliğindeki direnişi kırmak için bu yolların aynısına başvurmuştu mesela. Fakat bunlar, dediğim gibi, Genelkurmay’ın bilinçli stratejisiydi. İtiraz edenlerin sayısı azdı ve itiraz sahiplerinin de seslerini duyuracakları kürsü yok gibiydi.

1994 yazında, Yeni Yüzyıl gazetesinin kuruluş aşamasında bir toplantı yapmıştık. Daha önce de birkaç kere toplanılmıştı, ama benim katıldığım ilk toplantıydı bu. Cihangir’de bir kebapçıda altı kişi karnımızı doyurarak toplantıya devam ederken şu soruyu sordum: “Durmadan köyler yakılıyor ya, diyelim bir köy yakıldığı haberi geldi, ne yapacağız? Birinci sayfadan verecek miyiz mesela?” Arkadaşlardan biri, “Veremeyiz”, dedi, “içeride görürüz olsa olsa”.

“Böyle bir haber dünyanın her tarafında, iyi bir gazetenin manşeti olur’ diye cevap verdim, fakat tartışma burada kaldı. Yine de şunu söyleyeyim: Daha iyisi yapılabilirdi ama Yeni Yüzyıl Kürt meselesiyle haberleri en iyi veren gazeteydi. On yedi yıl sonra televizyonların, Uludere katliamını vermek için hükümetten bir açıklama, bir işaret, bir istikamet bekliyor olması tam bir kepazelik ve herşeyin hemen internete döküldüğü bir ortamda düpedüz aptallık. Dürüstlükten vazgeçince zeka hemen kaçar.

1990’lardaki Genelkurmay gibi medyaya “brifing” veren Başbakan Tayyip Erdoğan’ın kimi zaman ümit uyandıran, kimi zaman da hiçbir ümit bırakmayan açıklamaları ve uygulamalarıyla geldiğimiz bu durak yine de biraz farklı. Bir kere, siyasiler artık askerin figüranı değil. Dolayısıyla, yürürlükteki stratejinin sahibinin asker olduğunu söyleyemeyiz. Demek ki, fatura artık AKP hükümetine çıkarılacak. AKP bu baskıyı hissediyor. Nitekim, 19 Ekim 2011’de, 21 askerin öldüğü Çukurca (Kekliktepe) baskınından sonra böyle bir hava inceden oluştu. 1990’lardakinin aksine Kürt meselesindeki politikaları sorgulayanların hem sayısı fazla, hem de en azından internet sayesinde herkesin sesini duyurabileceği bir ortam var.

Bu durum, Amerikan askerlerinin Afganistan’da “yanlışlıkla” sivilleri bombalamasına benziyor. Çok sayıda örneği var bunun. Amerikan hükümeti veya genelkurmayı sivilleri öldürün talimatı verdiği için olmuyor o katliamlar. Her ihtimale karşı vuruyorlar. Birincisi, başkent Kabil dışında neredeyse hiçbir yerde kendilerini güvende hissetmiyorlar. Bu güvensizlik duygusu, bütün yerel halkı düşman unsur, gözardı edilemeyecek tehdit haline getiriyor. İkincisi, Amerikan askeri tarihçilerinin altını çize çize vurguladıkları gibi, ABD’yi sıkıntıya sokacak asıl sorun, asker tabutlarının sayısıdır. Amerikan kamuoyu, hükümetlerinin Afganistan’da ya da başka yerlerde ettikleri zulümlere, haksızlıklara pek duyarlı değildir, bu konularda mutlu bir cehaleti tercih eder. Ama asker tabutlarının sayısının artması milletin kaşlarını kaldırtabilir. Bu hassasiyetin yarattığı askeri uygulamalar o sivil katliamlarını getirir.

Uludere katliamı bence Türkiye’yi ve AKP’yi de benzer bir hassasiyet içine itti; en azından bu ölümcül sarmalın eşiğindeyiz. AKP hükümeti ya da ondan habersiz Genelkurmay göz göre göre katliam emri vermedi. Ne olursa olsun, 1990’ların dünyasında ve Türkiyesinde değiliz. Ama PKK’nın büyük infial uyandıran ve onlarca askerin canını alan saldırılarından sonra oluşan ortam ve hükümetin “en ağır şekilde karşılık vermeye” azmetmesi böyle bir sonucu mecburen getirdi.

Hükümetin güvenlik zaafiyeti olduğuna dair bir havanın oluşmasına tahammülü yoktu. Son üç büyük saldırıda PKK’lılar gece sınırı geçip saldırmıştı. Dolayısıyla, hükümetten askere giden talimat benzer bir trajedi yaşanmaması için gereken herşeyin yapılması yönündeydi. Şimdi 35 kişinin katledilmesi, yani her ihtimale karşı vurmak, işte bu hassasiyetin, tetikte olma halinin mantıki sonucudur. Kimilerinin işaret ettiği gibi, katliamın bir provokasyon sonucu meydana gelmiş olması da bu durumu değiştirmez. Murat Belge’nin işaret ettiği gibi, ortam artık bu tür provokasyonlar için son derece uygun hale gelmiştir; hatalar için de tabii.

Bu yüzden, AKP hükümeti savaşı derhal durdurmazsa ve PKK’nın elinden şiddete başvurma gerekçelerini alacak demokratikleşme adımlarını bir an önce atmazsa böyle trajik sonuçlarla karşılaşmaya devam edeceğiz. Sivillerin – hataveya provokasyon yüzünden – devlet tarafından öldürülmesi, Kürt vatandaşlarla Türkiye arasındaki yabancılaşmayı azdıracaktır. Bu otomatik olarak yeni bir şiddet sarmalı yaratacaktır ve bu girdaptan AKP hükümetinin çıkması da zorlaşacaktır. Yani, Uludere katliamıyla AKP hiç istemediği bir kanlı düğümün içine hapsetti kendini; veya bu gidişle hapsedecek. Bu düğümün İskender misali kılıçla kesilemeyeceğini göremezse...

AKP hükümeti, daha önce Genelkurmay’ın ve ordu güdümlü hükümetlerin yaptığını yapıyor; Kürt sorununu çözmek için mücadele etmiyor, Kürt sorunuyla mücadele ediyor. Bu akıldışı. Matematik imtihanında karşısına bilmediği bir problem çıkan öğrencinin, “Bu problem sorulmamalıydı, neden soruldu, hoca bana taktı” diye sızlanmasına benziyor. Çalışacaksın, kafanı çalıştıracaksın ve problemi çözeceksin. Çare, problemi reddetmek değil, çözmektir çünkü. Sınıf geçmenin de çaresi, katliamlardan kurtulmanın da.

Temel hiçbir sorununu çözememiş bir ülke burası. Dolayısıyla, her sorun başka büyük sorunlarla bağlanıp düğüm oluyor. Uludere’de katledilen 35 kişinin çoğu çocuktu; içlerinde 12 yaşında olan bile vardı. Kaçakçılık yapmaya mecbur bir hayat yaşıyorlar. Türkiye’de nüfusun yüzde 18’i yoksulluk sınırının altında yaşıyor. Kırsalda bu oran yüzde 39’a çıkıyor. Utanç verici bir şey bu. Ve eğer katliamı bir provokasyona bağlayanlar haklıysa, bu utanç verici durumdan provokatörler de faydalanıyor.

Radikal’den Serkan Ocak’ın Uludere’den gönderdiği haber dramı gösteriyor: 
“Tam bir teknoloji düşkünüymüş Mahsun, şimdi masasında öylece duran bilgisayarı alabilmek için yıllarca hayal kurmuş ve gerçekleştirmek için de sıksık ‘mazota gitmiş’. Sonunda başarmış da... ‘Yüksek performanslı’ bilgisayarını 1200 TL’ye, taksitle almış. Ve taksitlerin yarısı bitmişti ki… Mahsun’un annesi acılı: ‘Köyde bir bakkal, bir halı saha var. İş yok. Herkes mecbur mazota gidiyor. Biz her zaman barış istiyoruz. Bizimkiler gitti, başkaları gitmesin. Bir yıl boyunca bilgisayar ve telefon almak için mazota gitti. Borcunun yarısını ödemişti, gerisini nasıl öderiz bilmiyorum.’”

Bu çocuklar internet istiyor, dünyaya açılmak istiyor, insanca yaşamak istiyor; bunun için ölümü göze almaya mecbur bırakıyoruz onları. Daha utanç verici ne olabilir? O Skorskylere, F-16’lara, Heronlara, irili ufaklı silahlara para yatırıyorsunuz öldürmek için. Parayı onlara yatırmayın, çocuklara yatırın. Ortadoğu mahallesinin veya Dünya köyünün efesi, kabadayısı olmaya heves etmeyin. Paramızı ve aklımızı savaşın, silah şirketlerinin elinden kurtaralım. Canımızı da kurtarmış olacağız böylece.