Mustafa Alp Dağıstanlı

17 Mart 2013

Türkiye medyasının bir katil olarak portresi

Bütün Türkiye gazetecilerinin örnek alması, tanıması ve ders çıkarması gereken İsrailli gazeteci Gideon Levy, Eylül 2010’da Independent’ta yayınlanan harika röportajda...

Bütün Türkiye gazetecilerinin örnek alması, tanıması ve ders çıkarması gereken İsrailli gazeteci Gideon Levy, Eylül 2010’da Independent’ta yayınlanan harika röportajda bir tespitten ve bu tespite dayanarak kendine biçtiği misyondan bahsediyor:

“Benim en büyük çabam, Filistinlileri yeniden insanlaştırmak. İsrail’de, her birimizin çocukluğumuzun ilk evrelerinden itibaren tezgahından geçtiği bir beyin yıkama makinesi var ve herkes kadar ben de bu makinenin bir ürünüyüm. Yıkılması çok zor birkaç hikaye öğretilir bize. Biz İsrailliler en büyük kurbanlarızdır. Filistinliler doğuştan canidir ve akıldışı bir nefrete sahiptir. Filistinliler bizim gibi insan soyu değildir... Böylece hiçbir ahlaki şüphe, hiçbir soru işareti taşımayan, kamusal tartışmanın zor olduğu bir toplum edinirsiniz. Bütün bunlara karşı sesinizi yükseltmek çok zordur.

(...)

“İsraillilerin, evlerinden 15 dakika ötede olan bitenle ilgili bu kadar az şey bilmesi beni her defasında hayrete düşürüyor. Beyin yıkama makinesi o kadar etkili ki, tersine çevirmeye çalışmak, neredeyse omleti tekrar yumurta haline getirmeye çalışmak demek. Bu, insanları cahil ve gaddar hale getiriyor.

(...)

“Benim mütevazı görevim, birçok İsrailli’nin ‘Biz bilmiyorduk’ diyebileceği bir durumun önüne geçmek.”

Haaretz’de çalışan Gideon Levy, 30 yıl boyunca, her hafta İşgal Altındaki Topraklara gidip orada yaşayan Filistinlilerin maruz kaldığı gaddarlıkları, çektiği eziyetleri, gördüğü muameleyi, şahit olduklarını propagandaya düşmeden anlatan bir gazeteci. O insanları, kişisel ayrıntılarıyla anlatarak, haber nesnesi olmaktan çıkaran bir gazeteci. Yani burada, Türkiye’de, Kürdistan’da neredeyse hiç yapmadığımız bir işin sahibi. Buna yakın işler yapan Celal Başlangıç vardı bir zamanlar; Cumhuriyet’te başladığı bu tarzı Radikal’de sürdürdü bir ara, ama biraz da gazetesinin tahammül edememesi, arkasında durmaması yüzünden bıraktı gitti Celal; yazık oldu.

Levy tarzı gazetecilik yapılmayınca ne olduğunu kendi ülkemizden biliyoruz. Kürt olmayanlar, doğuda ve güneydoğuda Kürtlerin neler çektiğinden bihaber ve “Batıda da yoksunluk, yoksulluk var” kabilinden insanlık köreltme, duyarsızlaştırma hileleriyle vurdumduymaz. Hiç Kürtlere gitmeyelim, peki; “şehit”lere gelelim! Onların da istatistikten fazla bir kıymetleri yok. Bir de tabii, musalla taşındaki tabutlar yeni “şehit”lerin psikolojik hazırlığı olarak kullanılıyor. Tesbih kısır döngüsü, bir tabut çekiyorsunuz, yerine öbürü geliyor hemen...

Devlet-hükümet zaten insan suratı istemez, ama Türkiye medyası da istemez, istemedi. Yirmi yaşında ölmüş askerin 17 yaşında üç aylık bebeğiyle kalmış karısının yaşadığı hayatla ilgilenmedi mesela hiç. Bu durumda kaç kadın yaşıyor acaba? Nasıl hayatlar yaşadılar; 17 yaşında kötürüm kalarak? Çocukları nasıl büyüdü, neler çekti? Medya karşımıza insan getirseydi, yüzleşmek zorunda kalacaktık, hem o insanlarla hem de o insanları bu hale getiren sorunla.

Kürtler de toplumun karşısına “teröristler” olarak çıkarıldı. Nedensiz dağa çıkan manyak caniler olarak, “kandırılmış” gençler olarak... İsrail’dekine benzer bir beyinyıkama makinesi muazzam kapsayıcılığıyla burada da çalışıyordu ve çalışıyor üstelik: Türküm doğruyumculuklar, ne mutlu Türküm diyenecilikler, imtiyazsız sınıfsız kaynaşmış bir kitleyizcilikler, zorunlu din dersleri, Alevileri yok sayma, dini azınlıkları daha da azaltma, etnik azınlıkları eritme, şanlı tarihimizcilikler...

Medya, aynı zamanda, toplumun iç iletişimini de sağlar. Türkiye gibi geniş bir ülkede bu daha da önemlidir. Fakat Türkiye medyasının yapmadığı şeylerden biri de budur. Bu toplum birbirini tanımaz, nasıl hayatlar yaşandığını bilmez. Asıl olarak devlet kararlarının halka iletilmesi olarak icra edilmeye başlamış olan habercilik, böyle bakıldığında, hala sivilleşmiş sayılamaz. Şimdi geldiğimiz şu Kürt sorununa çözüm aşamasında bir düşünün, layıkıyla gazetecilik yapılmış olsaydı daha kolay olmayacak mıydı işimiz?

 

Sansürden ağzı yanan otosansürü höpürdeterek yer

 

Dersimli gazeteci Cengiz Kapmaz’ın çok iyi kotarılmış, çok faydalı bir kitabı var: Öcalan’ın İmralı Günleri (İthaki Yayınları). Kapmaz, Öcalan’ın avukatlarıyla görüşmüş, ellerindeki notları görmüş, kullanmış ve PKK liderinin 1999’dan 2011’e kadarki zihin dünyasını, çözüm ümitlerini, karamsarlıklarını, kızgınlıklarını, geliştirdiği fikirleri dönemin dinamik gerçekleriyle birlikte gayet objektif olarak anlatmış.Kapmaz’ın kitabından Öcalan’ın bir barış patikası açmak ve bunu geliştirmek için uğraştığını görmek mümkün. PKK’lilerin üçüncü ülkelere gönderilmesi gibi öneriler de dahil olmak üzere şu anda çözümün adımları veya seçenekleri olarak konuşulan neredeyse bütün konular şu son 14 yılda devletle-hükümetle konuşulmuş zaten. Neyse, amacım kitabı anlatmak değil, nasıl gazetecilik yapılmadığına bir örnek daha vermek ve bunun bize ne kaybettirdiğini göstermek.

“Öcalan, 2 Temmuz 2003 tarihinde avukatlarıyla buluştu. (...) Türkiye’nin ya demokrasi ya savaş ikileminde bulunduğunu belirtti, ardından çözüm için 10 maddelik bir yol haritası önerdi. Yol haritası demokratik ve kültürel normların hayata geçirilmesini, köy koruculuğunun kaldırılmasını, çetelerin lağvedilmesini, köye dönüşlerin sağlanmasını, yerel yönetimlerin güçlendirilmesini, çatışmalı ortamda suça bulaşmış kişi ve kurumların açığa çıkarılıp cezalandırılmasını, Bölge’nin ekonomik yatırımlarla kalkındırılmasını ve siyasal genel af çıkarılmasını öngörüyordu.” (s. 230)

11 Ağustos’ta, bu sefer KADEK (Nisan 2002’deki PKK’nin 8. kongresinde PKK yerine kurulan Kürdistan Özgürlük ve Demokrasi Kongresi) üç aşamalı bir “Demokratik Dönüşüm İçin Yol Haritası” açıkladı. Kadek her bir aşama için devletin ve örgütün yapması gerekenleri net bir şekilde sıralıyor ve takvime bağlıyordu:

Öcalan’ın ve PKK’nin bunları devlete önermesinden 10 yıl sonra çok benzer şeyleri konuştuğumuzun farkında mısınız? Fakat bunları 10 yıl önce konuşamadık, tartışamadık. (Bu noktada hala bir sıkıntı olduğunu söylemeliyim; o kadar kapalı yürütülüyor ki konuşmalar, neler “döndüğünü” bilmiyoruz. Bu kesinlikle demokratik bir yol değil ve demokratik olmayan yollardan demokrasiye varılamaz.) O zaman gazetelerin bunları, yani “bölücübaşı”nın, yani “bebek katili”nin, yani “teröristler”in sözlerini, önerilerini yazması, haber yapması söz konusu değildi. Zaten yukarıdaki gibi tırnaklarını çıkarmış sıfatlarla anıyorlardı, itibar edecek durumda değillerdi. Genelkurmay’ın ve AKP hükümetinin diliyle konuşuyor, kendi dillerini başka işler için kullanıyorlardı.Tabii, şimdi “yeni merkez” olmakla övünen medya da aynı sefil kışkırtıcı gazeteciliğin daniskasını yapıyordu. Ve dediğim gibi, çoook uzun zaman önce değildi, AKP iktidardaydı.

Bu ülkenin iktidarına, medyasına yaraşır biçimde şu anda KCK davasından yatan Cengiz Kapmaz’ın kitabında yer alanlar sadece Özgür Gündem’in değil de tüm medyanın gündeminde olsaydı, toplum 10 yıldır bu ve benzeri önerileri okuyor, biliyor ve tartışıyor olsaydı şimdi işimiz daha kolay olmayacak mıydı? Silahlar bir süredir susmuş, yüzlerce genç insan ölmemiş olmayacak mıydı?

Ah, tabii, medyamız, “Bunları yazmak, terör örgütünün propagandasını yapmak suçuna girerdi” mazeretine sığınmaya yeltenecektir; yeltenmesin. İstedikten sonra yazmanın ve tartışmanın bir yolu bulunurdu, otosansürü höpürdetmeyebilirlerdi. Medya, bunları söylememekle, tartışmamakla ölümün propagandasını yapmış oldu. AKP de o yasayı değiştirebilirdi tabii.

 

'Ama', âmâlıktan kurtulmaya yarar

 

Bir de “ama” sorunumuz var; devletlularımız da, bazı gazetecilerimiz de “ama”dan pek hoşlanmadıklarını çeşitli vesilelerle dile getirdiler, getiriyorlar. Bize has bir şey de değil bu; George W Bush da, 11 Eylül 2011’de New York’ta Dünya Ticaret Merkezi kulelerine saldırılardan sonra “teröre karşı savaş” başlattığında “ama”sızlık istemişti. Başkanlar, devletler, hükümetler düşünmemizi istemeyebilir, ama gazetecilerin temel işi düşünmek ve düşündürmektir. “Ama”yı kınamak, defetmek, “Neden?”i defetmektir, soru sormayı hadım etmektir ki ölümcül bir tutumdur.

“30 yıldır 40 binden fazla insanın hayatına mal olan, onbinlerce insanı sakat bırakan, yüzbinlerce insanı evinden, yurdundan eden bir savaşın son demlerine yaklaşıyoruz. Bundan ne kadar heyecan duysak, bunun ne kadar üzerine titresek az.”

Taraf’ın Yıldıray Oğur’undan (Koster Cihangir’e de uğrayabilir mi) kes-yapıştır “yaptığımın farkındayım”, ama şu anda önümüze konulan çözüm sürecinde de “ama” gerektiren birçok nokta var. Oğur’un yazısında doğruların yanında yanlış şeyler de olması gibi. Daha önce de bahsettiği Sudan örneğinin kıyaslanamayacak şekilde hiç benzemezliğini falan geçiyorum.(Bu arada, YO’nun sözünü ettiği, eleştirdiği yazıları okumadım. Ama başkalarında da rastladığım bu “ama” aşağılamasını, bu yazısını çok seven çok sevdiğim bir arkadaşımın “Oku!” komutu sayesinde YO’da da gördüğüm için takıldım.)

Yıldıray Oğur, “Kürtleri Kürtlerden çok düşünmekten vazgeçin” diye nasihat ediyor. Bu cümlede hem doğru var, hem yanlış. Kürtler kendileri için kararlarını kendileri vermeli bence de, onların isteklerini, veya başkalarının, tartacak terazimiz olamaz. Ama (pardon ama yine “ama”) devletle veya “neredeyse en ilerici ve radikal sivil toplum kuruluşu gibi kalan” MİT’le görüşmelerde ele alınan konular, Sırrı Sakık’ın haddini bildirmek istediği benim gibileri de, memleketin öbür büyük asli “unsur”unu da ilgilendiriyor. Dolayısıyla, herkesin konuşması, barış hedefini gözden ırak tutmadan “ama”larını sıralayıp tartışmaya katmaya çalışması gayet sağlıklı bir şey.

Kürtlerin “ama”ları

Peki, bunu da geçelim, Kürtlere gelelim. Daha önce de yazdığım gibi, burada da bir “ama” var. Kürtler? Yani kimler, hangileri? Kürtler dediğiniz sadece Öcalan mıdır, sadece Kandil midir, sadece BDP midir? Bu saydıklarım bütün Kürtleri temsil ediyor mu? Birçok soru sorulabilir bu alanda. Layıkıyla gazetecilik yapmış ve yapıyor olsaydık, Kürtlerin ne istediğine dair daha somut, daha hayatın içinde, daha kişisel, daha genel daha fazla şey biliyor olacaktık. Başka türlü düşünenleri de tanıyacaktık. O başka türlüleri daha iyi, ayrıntılı, sağlıklı tartıştırıyor ve tartışıyor olacaktık. Bunların neredeyse hepsinden mahrumuz şu anda.

İrfan Aktan, Bianet’te, BDP dışı parti ve oluşumların şu anda yürüyen süreçle ilgili görüşlerini toplayarak çok önemli bir iş yapmış: Kürt örgütleri birlik konferansı istiyor. Şunu demek istiyorum: Y. Oğur’un “Kürtleri Kürtlerden çok düşünmekten vazgeçin” lafı, bilemiyorum, muarızlarına cevap için uygun olabilir, ama güdük bir laf. Kürtler de Kürtler gibi düşünmüyor çünkü, Oğur’un da üzerine titrediği süreçle ilgili onların da birçok “ama”sı, itirazı var. Yani bu durumda, “Kürtleri Kürtlerden çok düşünmekten vazgeç” bumerang haline geliyor Yıldıray Oğur için.

Kürtlerin tek bir şey düşünen bir topluluk olmaması ve şimdi bunu tartışmaya açmaya hazırlanmaları bence zenginliği gösteren ve ayrıca da zenginleştirici bir şey. Öyle olmasaydı berbattı halimiz. Ayrıca, Kürt meselesinin ve tabii Kürtlerin tek sahibinin bir tek parti, bir tek-adam olması, müzakere için de zayıflatıcı bir şey. Düşünsenize, bir kişiyi ikna ettiniz mi herşey tamam! Daha tehlikeli ne olabilir. İşte o “ama”lar bu tehlikelerden sakınmayı sağlayabilir.

Açıklığa, şeffaflığa, sabra, samimiyete, zekaya, tartışmaya ve cesarete ihtiyacımız var. Bunlar, savaşmaktan daha büyük cesaret gerektiren şeyler gibi görünüyor. Ve iyi gazeteciliğe ihtiyacımız var. Ama açıklığın, şeffaflığın, samimiyetin, zekanın, yaratıcılığın ve cesaretin en az olduğu yer de medya. Baksanıza, Başbakan haayyt! dedi diye kaç gündür yazamayan yazarlarımız var.

Bernard Shaw, “Katl, sansürün ekstrem biçimidir” demişti. Türkiye medyası bunun çok iyi bir örneği. Kürt meselesinde ölen binlerce insanın kanı onun da ellerinde ve barışın katlinde de başrolde o var.