Demokratik erozyon, demokratik hukuk devletinin seçilmiş hükümetler yönetiminde adım adım aşınması ve ortadan kalkması anlamına geliyor. Türkiye bunu aşağı yukarı 2004 yılından beri yaşıyor. Demokrasi bir darbeyle değil zamana yayılmış birçok “mini-darbeyle” ortadan kaldırıldığı için, bu süreçte muhalefetlerin ve tek tek vatandaşların rolü ve sorumluluğu da büyük. Kimse, “ben ne yapabilirdim, haberim yoktu” diyemez, “yanıldım, sonra da artık çok geçti” diyemez. Siyasal tercihlerimiz ne olursa olsun ortak zemin olması gereken otoriterleşmeye, hesap vermez yönetime, anayasasızlaşmaya, alternatifsizleşmeye, kuvvetler ayrılığının ortadan kalkmasına, tek adamlaşmaya “Hayır” demek için elimize bir değil, birçok fırsat geçti ve geçiyor.
Pazar günü önümüzde bir fırsat daha olacak. Evet, ülkenin bugün demokrasiyle yönetildiğini iddia etmek mümkün değil. Bunun doğrudan sonucu olarak da ekonomi çok kötü durumda. Ama biz hala bir cumhuriyetiz. Mülkün sahibi oy verecek olan biz vatandaşlarız. Ve iktidarın bizim oylarımızla seçilmesi yani halk egemenliğine dayanması gerektiği inancı silinebilmiş değil.
Tüm seçimler önemli. Ama dananın kuyruğu da hepimiz biliyoruz ki İstanbul seçimlerinde kopacak. Zaten bunu bildiği için de Cumhurbaşkanı tüm devlet imkânlarını ve bakanlarını Ekrem İmamoğlu’na karşı her türlü hukuka ve hakkaniyete aykırı biçimde İstanbul’a yığdı.
Kimsenin, haydi tam söyleyelim, büyük çoğunluğa dahil kimsenin, bir kere daha bu gidişata ‘Evet’ deme lüksü yok. Neden mi? Bir bir ele alalım:
2017 referandumunda mevcut tek adam sistemine ‘Hayır’ demiş olanlar: 2017’de tüm anti demokratik dezenformasyon koşullarına ve verilen gerçek dışı sözlere rağmen halkımızın yüzde 49’a yakını otoriter reislik yönetimine referandumda ‘Hayır’ diyebilmişti. İstanbulluların ise yüzde 51.35’i ‘Hayır’ demişti. 31 Mart’ta bu oranın azalmak şöyle dursun, artması gerekir. Tercih aynı. 2017'de yatay yani yargı, yasama ve yürütme arasındaki zaten fiilen aşınmış kuvvetler ayrılığını kaldırmak (tam tersi iddia edilerek) oya sunulmuştu. Kırsal oyların önemli oranıyla geçti. Son yazımda tartıştığım gibi, pazar günü ise dikey (merkezi ve yerel yönetimler arası) kuvvetler ayrılığı da [1] ortadan kalkmasın diye oy vereceğiz. Yerel yönetimler de aynı iradeye bağlanırsa ülkede ortak akıl ve alternatif kalmayacak. Kanal İstanbul’lar şimdiki kadar bile tartışılamayacak ve sorgulanamayacak.
Pazar günü sonuçları büyük ölçüde katılım oranları belirleyecek. Cumhuriyet, demokrasi ve akılcı yönetim isteyen herkesin istisnasız sandığa gitmesi ve sandıkları, oyları koruması elzem.
2017 referandumunda mevcut otoriter sisteme ‘Evet’ demiş olanlar: 2017’de mevcut sistem için verilen sözlerin hangisi doğru çıktı? Meclis söz verildiği gibi bugün daha mı güçlü? Yargı daha mı bağımsız? Hukuk devleti? Ekonomi yönetimi? Erdoğan’ın kamunun parası ve 17 bakanla İstanbul’da Ekrem İmamoğlu’na karşı kampanya yapması reva mı? Gerek var mı? Aynı hatayı bugün yapmaz ve evinizde oturarak veya farklı oy vererek bu gidişata ‘Hayır’ derseniz iktidar değişmeyecek. Desteklediğiniz parti ve lider yine yönetimde kalacak. Ama demokrasi ve daha iyi yönetim istiyorsanız eğer, o zaman hükümete bir uyarı mesajı göndermek sorumluluğunuzu ifa etmiş olacaksınız. Kendini düzeltmesi için bir talepte bulunmuş olacaksınız.
"Son genel seçimlerde ittifak yanlıştı bu sefer kendi partime destek olmak istiyorum" diyenler: Evet, partiler ve farklı çizgiler demokrasinin olmazsa olmazıdır ve varlıklarını korumalıdır. Ama demokrasi olmazsa bu farklı çizgilerin meşruiyet zemini de kalmaz. Dolayısıyla ben mesele demokrasiyi inşa etmek olduğunda sorunun ittifaklarda değil halkla bütünleşememesinde olduğunu düşünüyorum. Doğru adaylarla tabanda ittifakın doğru bir yol olduğunu düşünüyorum. Ama buna rağmen yerine göre kişi kendi partisini ve adayını destekleyebilir. Kazanma şansı varsa kendi partisinin adayına destek olabilir, olmalıdır. Ama yoksa stratejik oy kullanabilir. Belediye başkanlıklarının kazanılması demokrasi umudunun yaşaması için hayati önemdedir. Dolayısıyla başkanlıkta muhalif adaya, mecliste kendi partisine oy atabilir. Ama özellikle İstanbul’da yerel yönetimin Cumhur İttifakı’na geçmesine neden olacak şekilde oy bölmek, hiçbir partinin varlık hakkının garantide olmadığı tek adam rejimine destek olmak anlamına gelir.
"Ülkemi artık tanıyamıyorum mültecilerden şikayetçiyim" diyenler: Bu duruma geldiysek bunun nedeni bizi vatandaş değil müşteri ve kul, ülkeyi de bir şirket gibi pazarlayabileceği rant kaynağı olarak gören iktidardaki yönetim anlayışı. Bu anlayışa göre göçmen ve mülteciler müşteri veya ucuz emek kaynağı. Yerine göre de içeride ve dışarıda iktidar devşirmek için bir siyasal mühendislik aracı, Avrupa Birliği gibi dış aktörlere karşı bir pazarlık çipi ve sus payı. Din, milliyetçilik hikâye ve bahane, ticaret ve şatafat şahane.
Asıl buna kızmak ve bunu değiştirmek gerekiyor. Ve ülkenin çehresi hızla değişiyorsa bunun tek deneni gelenler değil. Bir yandan göç alırken hızla göç de veriyoruz. Vergilerimizle, alın terimizle okutup yetiştirdiğimiz evlatlarımız, meslek sahibi insanlarımız, kalifiye emekçilerimiz ülkeyi terk ediyor ve gidiyorlar. Çünkü ülkelerinde artık bir gelecek, özgürlük ve aidiyet bulamıyorlar. Bu anlamda gelen mülteci ve göçmenlerden farklı değiller, doğdukları yerden daha onurlu ve iyi bir hayat peşindeler.
Bu gidişata ‘Dur’ demenin yolu oyları bölmemek ve başta İstanbul olmak üzere muhalefetin yerel yönetimleri kazanması. Demokrasi umudu ve kamu yararına çalışan demokratik yönetim anlayışı buralardan doğacak. O zaman planlı ve rasyonel politikalarla gidenler geri dönmeye başlayacak, göç konusuna bir düzen ve hakkaniyet gelecek, insani yollardan geri gönderilebilenler ayrılacak, kalanların entegre olabilmesi için gerekli önlemler alınacak, vasıflı ve ülkemize değer veren göçmenler ülkemize gelecektir.
Buna karşılık mevcut yönetim anlayışı iyice yerleşirse mevcut politikalar ve ülkenin hesapsız kitapsız dönüşümü hızla devam edecek. Gelenler ve gidenler yoluyla.
"CHP’liyim ama Kılıçdaroğlu’na haksızlık yapıldı" diyen CHP’liler: Sayın Kılıçdaroğlu yıllarca saygın bir mücadele verdi ve elinden geleni yaptı. “Diktatörlük” uyarısını ilk yapanlardandı. Adalet Yürüyüşü’nü yaptı. Partisini geliştirmek ve oy oranını artırmak için birçok strateji ve ittifaklar denedi. Ama bu çok zor işleri ana muhalefet partisi lideri olarak yapmaya çalışmak bir onur olduğu kadar çok büyük bir ayrıcalık ve sorumluluktu. Bu ayrıcalığı tam 13 sene kullandı ve bu esnada dokunulmazlık olayında olduğu gibi çok ağır hataları da oldu.
Kimse, özellikle de iktidara gelememişse, bu ayrıcalığa hayatı boyu sahip olma hakkını kendinde göremez. Son tahlilde en son Mayıs 2023’te de kazanamadı ve akabinde de kurultayda yenildi. Kurultayın CHP’nin daha önceki kurultaylarından ve kendi seçilme şeklinden daha az demokratik olduğu hiçbir şekilde iddia edilemez. Şimdi Sayın Özel ve İmamoğlu bu ayrıcalığı kullanacaklar ve ellerinden geleni yapacaklar. İş bilenin kılıç kuşananındır ve kimin ne yapabileceği belli olunca bayrak devredilir. Kimse cumhuriyeti ve demokrasiyi ilelebet korumaktan daha önemli olamaz.
"İYİ Partiliyim ama CHP ve İmamoğlu’na, Yavaş’a kızgınım" diyenler: İYİP’liler Sayın Akşener veya başka bir kişi için değil “tek kişi iktidarına karşı çıkmak için” MHP’den ayrılıp İYİP’li olmuştu ve bu demokrasi için çok değerliydi. İstanbul’un, Ankara’nın Cumhur İttifakı’na kaybedilmesi demek tek adam iktidarına destek anlamına gelir. Benzer şeyler İYİP adayının kazanamayacağı belli Balıkesir gibi iller için de geçerlidir. Sayın Akşener’in geçen sene Cumhurbaşkanı yardımcısı olmasını istediği İmamoğlu ve Yavaş’ı bugün düşman ilan etmesinin tutarlı bir yanı yok. Ya şimdiki eleştirileri yanlış ya da geçen sene söyledikleri. İmamoğlu DEM’le işbirliği yapar mı diyorsunuz? İmamoğlu Kürtlerin demokratik ve kültürel vatandaşlık haklarını savunur, eşit ve adil hizmet sunar, zaten yerel yönetimde daha fazla ne yapabilir? CHP de katılır veya katılmazsınız, teröre sıfır tolerans ama Kürt meselesini mecliste meşru temsilcilerle halkın önünde konuşup tartışalım ve çözelim diyor. Buna karşılık eğer alternatifsiz ve denetimsiz kalırsa tek adam iktidarının ne yapacağı konusunda hiçbir sınır yok. Dün Öcalan ve PKK ile şeffaf olmayan ve denetimsiz çözüm süreci yürütüyordu. Şimdi “terrorist” diyor. Yarın yine kapalı kapılar ardında pazarlığa oturabilir ve kardeşim diyebilir. Eğer yol verirsen buna sen değil ‘tek adam’lar ve Kandil karar verecektir.
"DEM Partiliyim" diyenler: Kürt meselesinin çözümünün anahtarı demokratik ve müreffeh, hukuka bağlı bir Türkiye’den geçiyor. Otoriter bir ülkede Kürt veya Türk hiçbir vatandaşlık hakkının garantisi olamaz. Ortadoğu tarihi, Saddam’dan Rıza Pehlevi ve Hafız Esat’a otoriter liderlerin Kürtlere önce verip sonra geri aldığı eşitlik ve barış vaatleriyle doludur. Tek kişinin dudakları arasında kayyum sistemi devam ettiği sürece otoriter bir rejim bugün verdiği sözü yarın kolayca geri alabilir. Dem Partisi’nin “biz varız bizi dinleyin” demeye sonuna dek hakkı var. Bunu da kendi güçlü olduğu belediyeleri kazanarak gösterecek. Ama oyları İstanbul’u kaybettirecek oranda bölmek, sadece DEM değil hiçbir partinin varlık hakkının garantide olmadığı tek adam rejimine destek olmak anlamına gelir. Kürt Meselesi silahla çözülemez konuşarak ve demokratikleşerek çözülebilir.
"Ben AK Partiliyim veya Cumhurbaşkanını seviyorum" diyenler: Peki ülkenin gidişatı iyi diyebiliyor musunuz? Desteklediğiniz iktidara bir uyarı göndermek iyi olmaz mı? Pazar günü sandığa gitmeyerek veya farklı bir partiye oy vererek böyle bir uyarı vermenin size önemli bir maliyeti olmayacak ama getirisi çok büyük olacak. Çünkü sonuç ne olursa olsun partiniz ve siyasetçiniz ülkeyi yönetmeye devam edecek. Ama onlara kendilerini toparlamaları için çok değerli ve gerekli bir uyarı vermiş ve sarı kart göstermiş olacaksınız. Ülkenin buna ihtiyacı yok diyebiliyor musunuz?
Otoriter reis yönetiminin doğrudan kayırdığı ve en tepelerde olmasa bile mevcut iktidardan ve rejimden kazançlı olanlar: Otoriter rejimler bir noktada mutlaka kendi evlatlarını da yemeye başlar. Kaynaklar bolken taraftarlarına dağıtmak kolaydır. Ama kayırmacı kötü yönetim bir noktada ekonomiyi bitirmeye başlar ve kaynaklar tükendiğinde mutlaka saadet çemberini daraltmak gerekir. Bu noktada ülkede alternatif kalmamışsa sizin de kendinizi savunmanız mümkün değildir. Evet, yolsuzluklara karıştıysanız ve demokrasi yeniden yeşerirse bir gün hesap vermeniz gerekebilir, ama demokrasi altında avukatınız ve kendinizi savunma hakkınız da olur. Otoriter rejimde bu da olmaz. Pazar günü muhalefetin önünü açmakla iktidar değişmeyecek ama siz de geleceğinizi biraz daha güvence altına alacaksınız.
Kimsenin rehavete kapılmaması, tek adam yerine cumhuriyet ve demokrasi isteyen herkesin mutlaka sandığa gitmesi, "AK Partiliyim, reisçiyim ama gidişat kötü… " diyenlerin evde dinlenmesi veya uyarı oyu kullanması, sandıkları ve halk iradesini gözümüz gibi korumak gereken bir seçime gidiyoruz.
Pazar günü 2030’ların Türkiye’sinin siyasal aktörleri de şekillenecek. Umudun mevcut kutuplaşmaları aşma ve yeni koalisyonlar kurma yeteneğine sahip aktörlerde olduğuna inanıyorum. Kapsayıcı ve kamu yararına akılcı bir idare buradan çıkabilir. Bunu herkes isteyebilir ama herkes başaramayabilir, bazen kişi doğru değildir bazen de zaman. Bunu yapmak isteyen ve yapabilecek aktörlere destek olmak, şans vermek ve doğru yolda denetlemek gerektiğine inanıyorum. Pazartesi sabahı umutlu bir Türkiye’ye uyanmayı ve bu konuyu konuşamaya başlamayı temenni ediyor, herkese güvenli ve huzurlu bir seçim diliyorum.
[1] Not: Pratik, yerleşmiş ve kaçınılmaz iş bölümünden bahsediyorum, ilkesel anlamda anayasamız halen adem-i temerküz prensibi üzerine kurulu.