Murat Somer

20 Haziran 2013

Duran adam, seçimler ve milli irade

Zora değil zekaya ve bilişime dayalı, nüktedan ve insancıl muhalefet biçimleriyle onlar, farklı kesimlerden demokrat birçok insana umut verdiler

Gezi olaylarıyla birlikte Türkiye’nin kadim problemi olan vatandaşına hesap vermek istemeyen otoriter devlet sorununa karşı yeni bir muhalefet ve siyaset biçimi ortaya çıktı. Gezi Parkı’nda barışçı eylem yapanların önemli bir kısmını oluşturan “Y kuşağı”ndan ilhamla buna yeni muhalefet veya “Y muhalefeti” diyebiliriz. Bu yeni muhalefetin demokratikleşmemize yapabileceği çok katkı var. Zora değil zekaya ve bilişime dayalı, nüktedan ve insancıl muhalefet biçimleriyle onlar, farklı kesimlerden demokrat birçok insana umut verdiler. Duran adam örneğinde olduğu gibi otoriteye hiçbir şiddete başvurmadan, kimseye ne düşünmesi gerektiğini “bildirmeden,” sadece zekayla ve duruşla karşı çıkılabileceğini gösterdiler. Y muhalefeti, her türlü muhalefetle sert güç kullanarak ve radikalleşmeye zorlayarak “baş etmeye” alışmış bir devlet bürokrasisine ve hükümet etme biçimine karşı ne kadar başarılı olabilir? Bunu zamanla göreceğiz.

Belki Y muhalefeti bir Y siyaseti de çıkaracak. Ama bu olmasa bile duran adamın bize hissettirdiği ama anlatmadığı tepkileri ve talepleri, mutlaka seçim sonuçlarına, siyasal parti programlarına ve “hükümet eden” iradeye de yansımalı. Ama bu sadece seçimler gelsin o zaman görürsünüz diyerek içinden çıkılabilecek bir hedef değil.

Nobel ödüllü ekonomist Kenneth Arrow’un ve başkalarının gösterdiği gibi, bırakın milyonlarca insandan oluşan seçmen kitlelerini, beş-on kişinden oluşan küçük gruplarda bile herkesin tercihlerini aynı anda ortak olarak yansıtabilecek bir karar verme mekanizması oluşturmak mümkün değil. Dolayısıyla, seçimi kim kazanırsa kazansın eğer demokratik olma ve milli iradeyi temsil etme iddiası taşıyorsa duran adamları kaale almaya devam etmek zorunda olacak. Seçim sonuçlarını milletin tümünün hatta mutlak çoğunluğunun ortak iradesi olarak göremeyiz. Daha çok, belli bir çoğunluğun sınırlı seçenekler arasında belli bir dönemde vardığı kanaati, hakemliği olarak değerlendirmek daha doğru. Demokrasilerde milli irade ancak bu anlamda çok önemlidir ve en yaygın yöntem olarak adil ve özgür seçimlerle saptanabilir.

Demokrasi teorisyenleri seçimlerin hangi koşullarda adil ve özgür olabileceğini de kapsamlı olarak tartışmışlardır. İçinde bulunduğumuz ortamda bu koşullarla ilgili Türkiye’de önemli sorunlar olduğu görülüyor. Bu krizi çözme umudu taşıyabilmek için, önümüzdeki dönemde demokrasi ve milli irade konusunda samimi olan herkesin enerjilerini, taleplerini ve beklentilerini öncelikle bu koşulların sağlanmasına yoğunlaştırması gerektiğini düşünüyorum.

 

Önümüzdeki seçimlerde bu koşullar nasıl sağlanabilir?

1 - En önemlisi 12 Eylül askeri rejimi tarafından getirilen yüzde 10 seçim barajı mutlaka yüzde 5 veya daha iyisi yüzde 3 gibi daha makul bir düzeye mutlaka inmelidir. Elbette başka demokrasilerde de seçim barajları vardır ama genelde çok daha düşüktür ve yüzde 5 civarındadır. Zaten bu konuda sihirli uluslar arası bir rakam yok. Herhangi bir oranın milli iradenin tecellisini engelleyip engellemeyeceği her ülkedeki toplumsal kırılmalara ve gruplaşmalara göre, yani toplumdan topluma değişir. Eğer saptanan düzey, toplum içindeki, siyasal taleplerde bulunan herhangi bir grubu kalıcı olarak dışarıda bırakıyor veya sistemden dışlandığını hissetmesine neden oluyorsa, o zaman çok düşük bir oran bile olsa demokrasiyle çelişebilir.

Yüzde 10 oranı, Türkiye’de Kürtler’in önemli bir bölümünün ve çevreciler ve anti-kapitalist Müslümanlar gibi mevcut partilerde kendini bulamayan, nicelik olarak olmasa da nitelik olarak önemli birçok grubun kendi siyasal kimliğiyle mecliste temsil edilmesini engelliyor veya zorlaştırıyor. Onları büyük partilerin insafına bırakıyor ve milli iradenin seçim sonuçlarına tam olarak yansımasına mani oluyor. Siyaseti düşünsel olarak kısırlaştırıyor. Y muhalefetinin de siyasal hayatımıza hak ettiği katkıyı yapması ancak daha makul bir seçim barajıyla mümkün olabilecektir.

2- Basın ve bilgi-iletişim ile ilgili yasalarda düzeltmeler yapılmalıdır. Adil ve özgür bir seçimden söz edebilmek için seçmenlerin önlerindeki alternatifler hakkında yeterli enformasyona sahip olmaları gerekir. Gezi protestoları sırasında penguen belgeselleri gösterilmesi açıkça ortaya koymuştur ki Türkiye’de medya bu konudaki görevini hakkıyla ifşa edemiyor. Öte yandan hükümet sözcülerinin sosyal medya kullanıcıları üzerinde “yaptırım uygulamaktan” söz etmeleri bu durumun daha da kötüleşebileceğinin işaretini veriyor.

Dolayısıyla seçimden önce mutlaka basındaki çeşitliliği ve özgür enformasyon paylaşımını güvence altına alan yasal düzenlemeler yapılmalı ve hükümet bu konuda taahhütte bulunmalıdır. Gazete ve TV sahiplerinin ekonomik yapısıyla ilgili acilen kısıtlamalar getirilmelidir. Eğer bu kısa vadede yapılamıyorsa devlet televizyonunun bir kanalı bütün yasal partilere eşit ve sınırsız yer veren bir serbest kürsüye çevrilebilir. Eğer demokratikleşme konusunda samimiyse hükümet kolaylıkla böyle bir uygulama başlatabilir ve büyük puan toplar. Internet iletişiminde kesinlikle bir kısıtlamaya gidilmemeli. Somut delillerle hukuka aykırı kullanımlarla ilgili zaten yeterli düzenlemeler var.

3- Eğer seçim öncesi toplantı ve yürüyüş hakkı herkes tarafından özgürce kullanılamazsa o zaman seçimler adil ve özgür olamaz ve seçim sonuçları milli iradeyi yansıtamaz. Rıza Türmen’in t24’deki dünkü yazısında anlattığı gibi, gerek anayasamıza gerekse ilgili yasalarımıza ve AIHM kararlarına göre bu hakkın kullanımı sırasında güvenlik güçlerinin yegane görevi devletin değil halkın güvenliğini korumak ve şiddeti engellemektir. Bu hak izne bağlı değildir ve spontane oluşan durumlarda yetkililere bildirimde bulunulmasını da gerektirmez. Barışçı gösteriler katılanların birbirlerine, diğer vatandaşlara ve siyasete mesajlar verdikleri bir siyasal iletişim biçimidir.

Gezi protestoları “izin almadan” gösteri hakkının Türkiye’de özgürce kullanılamadığını açıkça gösterdi. “İzin almak,” “haber vermek” ve spontane barışçı tepkide bulunmak arasındaki farkların devlet görevlilerince yeterince anlaşılamadığı görülüyor.

Seçimden önce mutlaka barışçıl toplantı ve protesto hakkının özgürce ve izinsiz kullanılması için gerekli bazı yasal düzenlemeler yapılmalı ve siyasi irade gösterilmeli. Sivil toplumla bir araya gelerek bu konuda devlet görevlileriyle vatandaş arasında bir ortak akıl ve iletişim biçimi oluşturulmalı.

4- Güvenlik güçlerinin güven değil korku kaynağı olduğu bir ortamda milli irade tecelli edemez. Gezi olayları sırasında polisin kullandığı aşırı şiddet, özellikle de neredeyse bir sembol haline gelen gaz kullanımı toplumun bir kesimiyle devlet ve güvenlik güçleri arasındaki güven ilişkisine büyük zarar verdi. Hukukçularımızın açıklamalarından, gaz kullanımına ancak en son çare olarak o da eğer barışçı göstericilere zarar vermeyecekse izin veren yasal düzenlemelerin mevcut olduğunu anlıyoruz. Bundan gazın bu kadar alenen ve fütursuzca kullanılmasının yetkililer açısından bir seçim olduğu ortaya çıkıyor.

Eğer son olaylarda aşırı ve hukuksuz güç kullanımından sorumlu olan yetkililer değişmezler veya istifa etmezlerse insanlar yetkililerin bir dahaki sefere daha insancıl davranacaklarına inanabilir mi? Daha da önemlisi, ölümlere neden olan failler yakalanmaz ve adil bir şekilde yargı önüne çıkarılmazsa bu nasıl olabilir?

Bunların yanında, polis orantısız güce, hukuksuz olarak gaz kullanımına başvurduğunda yaptırımlar öngören, mevcut hukuki düzenlemelerden daha da açık düzenlemeler yapılması faydalı olacaktır. Toplumsal olaylarda sivil polislerin kullanımı da suiistimal edilmeye son derece açık olan ve güvenlik güçleriyle halk arasındaki güveni çok zedeleyen bir yöntem. Bunun da ancak zaruri durumlarda kullanılabilecek bir yöntem olmasını sağlayacak düzenlemeler yapılmak zorunda.

5- Protestocuların bir kısmının güvenlik güçlerine karşı kullandığı şiddet hiçbir şekilde onaylanamaz. Ancak bu duruma kısmen de olsa polisin kullandığı aşırı gücün zemin yarattığı da görüldü. Zaten dünyanın her yerinde, güvenlik güçleri aşırı şiddet kullandığı ve barışçı protestocularla şiddet eğilimli olanları ayırmakta başarısız olduğu oranda, meydan şiddet kullanmaya eğilimli ve muktedir kesimlere kalır.

Bu yüzden Gezi olaylarının toplumsal bir olay olduğu anlaşılmalı ve güvenlik güçlerinin vatandaşların kanuni protesto haklarını korumakta ve kuruyla yaşı ayırmakta son derece başarısız bir sınav verdikleri kabul edilmelidir. Doğrudan ve provokatif niyetlerle şiddet kullandığı, örgütlediği ve önceden planladığı en açık delillerle sabit olan kişiler dışında, toplumsal olaylara katılan insanların gözaltına alınması ve tutuklanması vatandaşlar arasında bir korku ve adaletsizlik ortamı yaratır.

6- Partiler arası bir komisyon çalışmasıyla oy kullanma, sayımı ve seçim sonuçlarının belirlenme yöntemleri her boyutuyla gözden geçirilmeli ve her türlü hata ve sahtecilik olasılığını en aza indirecek yasal ve kurumsal düzenlemeler yapılmalıdır.

7- Bu maddeler çoğaltılabilir ve bir an önce hayata geçmesi için siyasal partiler harekete geçmeli. İki partinin bir konuda işbirliği yapması her konuda anlaştıkları anlamına gelmemeli. Örneğin hem CHP’nin hem de BDP’nin halihazırda meclise sunmuş oldukları seçim sistemi ve siyasal partiler kanunu gibi birçok alanda benzer reformlar içeren demokratikleşme paketleri var. Bu partiler ve diğerleri anlaştıkları konularda birbirlerini desteklemeli diye düşünüyorum.

Umarım Y muhalefeti hiçbir zaman orijinalliğini yitirmez ve olağan siyasete dönüşmez. Demokratikleşmeye katkısı en çok bu şekilde olur. Ama klasik siyasetin gerçeklerini de unutmamak gerekiyor. Duran adam tüm ülkenin dikkatini yeterince çektikten sonra bir noktada seçimlere gidilecek ve o da oy verecek. Y muhalefeti bunu da düşünmeli. Evet, milli irade. Ama özgür ve adilce.