Murat Somer

30 Ekim 2013

Denetlenemeyen iktidar otoriterleşir, halkçı olmak yerine devletçileşir

“Mustafa Kemal’in askerleriyiz” sloganıyla Tayyip Erdoğan’ın “kubbeler miğferimiz, minareler süngümüz, camiler kışlamız, müminler asker” söylemi arasında niteliksel bir fark yok.

YENİ DÖNEMDE DEMOKRATİKLEŞME 3

 

4. Demokratikleşme = Kemalizm’in Aşılması mı?

Demokratikleşme bir şeyin bitmesi ve “kötü kovboyların” gitmesi olarak tanımlandığı için, demokratikleşmenin diğer ana hedefi askeri vesayetle birlikte ‘Kemalizm’in aşılması ve Kemalistlerle mücadele etmek olarak tanımlandı. 

Öncelikle şunu saptayalım. Kemalizm muğlak bir kavram olduğu için, Kemalizm’i ötekileştirmeye dayalı siyaset, birilerinin her laiklik savunusunu ve laikliği savunan insanı dahil ettiği antidemokratik bir silaha dönüşüyor. Oysa eğer bir şey ötekileştirilecekse otoriterlik, kodamanlık ve her türlü antidemokratik eğilim olmalıdır. Bu özellikler Türkiye’de sadece Kemalizm’de yok ki.

Bu söylem ve düşünce şekli o kadar abartıldı ki, başka bir dil ve kavram olmadığı için hükümetin otoriterleşmesi bile AKP’nin “Kemalistleşmesi” olarak niteleniyor. Böyle bir iddiadan kastedilen herhalde iki şey olabilir.

İktidarın denetlenemediği ve dengelenemediği bir sistemde iktidar ve iktidarda olan siyasal hareket otoriterleşir, halkçı olmak yerine devletçileşir ve hata yapmaya başlar. Bu anlamda AKP’nin Kemalistleşmesi saptamasına katılırım. Çünkü tarihsel olarak Kemalistler de demokrasi olmadığı için bir sürü hata yapmışlardı.  Aralarındaki görece ılımlı aktörleri tasfiye etmişler ve bugün savunulması mümkün olmayan birçok radikal düşünceyi savunmuşlardı. Aynı şey bugün AKP’de de oluyor. Çünkü iktidar muhalefet partileri, sivil toplum ve devletin kurumları tarafından yeterince denetlenemiyor. Bu anlamda İslamcılar da Kemalistlerin yolundan gidiyor.

Ama kastedilen, bir ideoloji anlamında Kemalistleşmekse eğer, bu sadece içi boş siyasal bir slogan olabilir. İslamcılıkla Kemalistlik o kadar farklı ideolojiler ki. Tabii Türkiye’deki İslamcılarla Kemalistlerin ortak yönleri var. Devletçilik, milliyetçilik, otoriterlik, iktidarını tehdit eden sorunları yok sayarak ‘çözme’ eğilimi gibi.  Ama bu yönler ortaya çıkıyorsa bunun nedeni İslamcıların ideolojik olarak Kemalistleşmesi değil. Zaten mevcut olan - ama geçmişte AKP’nin merkez seçmenler, sivil toplum ve AB gibi dış aktörler tarafından kabul görme çabasıyla dengelenen - ortak yönlerinin, muktedirleştikçe daha çok ön plana çıkması ve uygulanma imkanı bulması. Ilımlıların tasfiye olması. Tabii bunların hepsi İslami bir paketleme içinde gerçekleşiyor ama sorun otoriterlik. Sorunun sadece Kemalistler olarak gösterilmesi Türkiye’de tutarlı anlamda demokratik bir siyasal ideoloji veya hareketin olduğu beklentisini yaratıyor. Oysa gerek sağda gerekse solda böyle güçlü bir ideolojik hareket henüz yok. 

Bugün kendini Kemalist olarak tanımlayan birçok insanın bazı ideallerine katılsam da, başta demokrasi ve özgürlük anlayışları olmak üzere savundukları birçok görüşe katılmıyorum. “Mustafa Kemal’in askerleriyiz” sloganına kuşkuyla bakıyorum. Çünkü askerlerle ve asker gibi düşünenlerle 2013 yılının Türkiye’sinde demokrasiyi getiremeyiz. Özellikle üniversite öğrencilerinin kendilerini asker değil, kendilerine verilen her türlü emri sorgulayabilen özgür vatandaşlar olarak görmelerini arzu ederim. 

Ama “Mustafa Kemal’in askerleriyiz” sloganıyla Tayyip Erdoğan’ın “kubbeler miğferimiz, minareler süngümüz, camiler kışlamız, müminler asker” söylemi arasında niteliksel bir fark yok. Hatta ikincisinin (güçlü bir siyasal lider tarafından ısrarla kullanıldığı, çoğunluk dinini siyasallaştırdığı ve dünya çapındaki radikal İslamcı ideolojilerin söylemlerine benzediği için) daha tehlikeli olduğu söylenebilir. Birini eleştirip öbürünü eleştirmemek olmaz. 

İkisinin de eyleme dönüşmedikçe ifade edilme hakkı var o ayrı. Ama ikisi de aynı oranda kutuplaştırıcı, dışlayıcı ve tehditkâr. Birbirini bu ülkede görmek istemiyor, yok sayıyor ve geleceğin sadece kendine ait olduğuna inanıyor. Farklı renkleriyle Kemalizm ve İslamcılık bu toplumun içinde kök salmış iki farklı ideoloji. Bilimden müziğe, heykele ve kadın özgürlüğünün tanımına kadar birçok alanda çelişen iki ayrı “iyi hayat ve iyi toplum” idealini temsil ediyor. Bu ülkede eğer demokrasi olacaksa, İslamcılar da Kemalistler de var olmaya devam edecekler. Ve birbirlerini yok saymamayı kabul etmek ve bir arada yaşamayı öğrenmek zorundalar. Demokratikleşme ise bunu sağlayacak kuralların ve devlet örgütünün uzlaşma yoluyla oluşturulmasıdır. 

Kestirme bir yaklaşımla demokratikleşmenin, tanımlanmadan ötekileştirilen Kemalizm’in aşılmasına bağlanması alışkanlığı, vahim gözlem ve analiz hatalarına yol açabiliyor. Örneğin Oral Çalışlar (10 Ekim 2013, Radikal) şöyle diyor: “Gezi olayları, kamplaşmayı ve kutuplaşmayı tırmandırıcı bir etki yaptı. İktidar kavgası sertleşti… Kemalistlerin omurgasını oluşturduğu sokak çatışmaları, ülkeyi bir siyasi krizin içine sokabilirdi… (BDP) direnişin ‘Kemalist omurgasına’ ihtiyatla yaklaştı, esas olarak ondan uzak durdu.” Çalışlar’ın burada Kemalizm’den ne anladığını, Gezi’nin omurgasını nasıl tanımladığını ve ikisini nasıl özdeşleştirdiğini sormak gerekir.

 

5. Demokratikleşmek İçin Hangi Ulus Devletin Aşılması Gerekir?

Liberallerin ötekileştirdiği ve demokratikleşmenin omurgasına yerleştirdiği bir diğer kavram da ulus (veya milli) devlet. Tabii hemen hangi ulus devlet sorusu akla geliyor çünkü Türkiye’de ulus devlet konusunda bir kavram karmaşası var ve farklı kesimler için farklı anlamlar kazanmış durumda. Sözü önce tekrar Hasan Cemal’e bırakalım.

“Birinci sınıf demokrasiyle hukukun üstünlüğünün gerektirdiği eşit yurttaşlık sadece başörtüsü yasaklarının kaldırılmasından ve Sünnilik anlayışının devlette ağır basmasından geçmiyor.

Daha yapacak çok şey var.

Unutmayın, ulus-devlet hâlâ birçok olumsuzluğuyla varlığını sürdürmeye devam ediyor.” (T24, 5 Ekim 2013).

Ulus devletin iki anlamı olduğu söylenebilir. Birinci anlamı türdeş ulus devlet. Yani tek bir kimliğe ve kültüre sahip olduğuna inanılan -yani türdeş olarak tanımlanan- bir ulusa ait devlet. Türdeş ulus devlet demokratikleşmeyle çelişiyor. Çünkü kendi halkı içinde kimliğe bağlı ayrım gözetmek ve bazı kimlik talep ve ihtiyaçlarını yok saymak zorunda. Bu anlamdaki ulus devletin demokratik dünyada aşıldığını söyleyebiliriz.

İkinci anlamıysa, türdeş olarak görülmesi gerekmeyen ama ortak siyasal egemenliğe sahip olan ve bu anlamda “ortak bir kimliği” de olan bir halkın devleti. Bu anlamdaki ulus devlet kendi içindeki kültürel çeşitliliği hatta kültürel anlamda faklı milletleri tanıyabilir. Yani demokratikleşebilir. Bu anlamda ulus devletin dünyada aşılmak bir yana demokratikleşmenin temel güvencesi olduğu iddia edilebilir. Çünkü ortak bir siyasal kimliği ve egemenlik bilinci olmayan bir toplumda etnik, kültürel ve dini grupların neden ortak demokratik kurumlara ve süreçlere ihtiyaç duyacağının verilmiş sağlıklı bir yanıtı yok.

Örneğin anayasa tek bir etnik, kültürel veya dini kimliğe dayanmamalı ama içinde hiç ortak kimlik olmayan, salt vatandaşlığa dayalı bir anayasa tahayyül etmek zor. Türkçedeki mükemmel ‘vatandaş’ terimi de zaten ortak bir vatanı paylaşmak anlamına geliyor ve içinde çok güçlü bir kimlik anlayışını barındırıyor. Mesele bu kavramı tek kimlik, ad ve dinden ayırmakta. Ortak kimliği farklı gruplar farklı adlarla benimseyebilir. Varsın Kürtler Türkiye vatandaşlığı olarak benimsesin Türkler Türklük. Önemli olan ortak bir kimliğin olması ve farklı özgürlük ve eşitlik taleplerinin karşılanabilmesi.

Bu anlamda ulus devlet, hatta üniter ulus devlet, gerekirse toprakları üzerinde yaşayan farklı kültürel milletleri tanıyabilir ve geniş çapta özerklik tanıyabilir (Fransa’dan İspanya, Rusya ve Mali’ye birçok ülkede buna devolüsyon veya bazı yazarlarca devlet-ulus deniyor). Ama siyasal anlamda birden fazla ulusun egemenliğini tanıyamaz.

Problem şu ki, ulus veya milli devlet tanımlamayınca veya yanlış tanımlanınca, Türkiye pratiğinde farklı gruplar ulus devletin aşılması deyince iki şeyi anlıyorlar. Birincisi Kürtlerin bir kısmı bundan, federatif veya konfederatif bir sisteme geçilmesini anlıyor. Bir diğer grupsa dinden bağımsız bir ulus kimliği olmayan, yani İslami bir devlete geçişi anlıyor. Tabii isteyen istediğini savunabilir ve başkalarını ikna etmeye çalışabilir. Ama birincisi BDP’nin de savunmadığı (BDP de resmen “demokratik özerkliği savunuyor) ve sınırların nereden çizileceği belli olmayacağı için gerçekleşmesi zor ve barışçı gerçekleşmesi zor bir hedef. İkincisininse laikliği ve liberal özgürlükleri nasıl etkileyeceğini tahayyül etmek zor olmasa gerek. Pakistan’dan Sudan’a ve İran’a özgürlükler ve demokrasi konusundan imrenilecek bir İslami cumhuriyet örneğini ben bilmiyorum.

Sözün kısası, demokratikleşmeyi ulus devletin aşılmasına bağlamanın yanlış olmasının nedeni ulus devletin kutsal olması değil. İsteyenlerin içine bambaşka hedefler yerleştirebileceği muğlak ve farklı düşünenleri susturmak için kullanılabilecek bir hedef olması.

Yeni dönemde demokratikleşmenin hedefi ulus devletin değil türdeş ulus devletin aşılması ve dünyadaki başka örneklerde olduğu gibi demokratikleşmesi olmalı.