Siyasi kültürümüzün muktedirleri yani gemisini yürüten kaptanları puslu havayı severler. Puslu havada sapla saman, kimin ne dediği birbirine karışır. Gerçek demokratikleşmeyi yani şeffaf ve insana saygılı bir devletin ortaya çıkmasını engellemek mümkün olur. Ne söylendiği ve iddia edildiği (yani gösterilebilecek olgular) değil kimin neden söylediği ve niyetleri (yani aksi ispatlanamayacak iddialar) vurgulanır. Yaptığınız yanınıza kalır. Her şey değişir ama aslında hiçbir şey değişmez.
Gerçek demokratikleşmeyi isteyenler ise berrak hava ararlar.
Bugünkü resim karışık, çok karışık.
Çünkü bir darbe değil birkaç darbe var. Bir değil birkaç yolsuzluk çetesi var. Bir değil birkaç paralel devlet var. Bir değil birkaç şeffaf olmayan ve hesap vermek istemeyen cemaat var. Yani demokrasiye ve hukuk devletine yönelik birden çok tehdit var.
Bir kesim zaten sadece bazılarını görüyor diğerlerini görmüyor. Veya çıkarları gereği görülmesini istemiyor.
Farklı tehditleri gören ve duruma demokratikleşme açısından bakanlar arasındaysa iki görüş ortaya çıktı. Birinci görüşe göre bu tehditler arasında bir öncelik sırası yapmak gerekiyor.
Örneğin Dani Rodrik ve Pınar Doğan’a göre şeffaf olmayan ve halka hesap vermek istemeyen güçler arasında bir nitelik farkı var:
“Bütün otoriterliğine rağmen Erdoğan meşruiyetini sandıktan alan birisi. Bugün ya da yarın gerekli oyları alamazsa yerine başkası geçecek… Fakat bu devlet içinde ‘çete’ dediğimiz… Görünür olmadığı ve seçmen karşısına çıkmadığı için, uzun bir süre Türkiye’yi kontrol edebilir. Yolsuzluğu küçümsemek için söylemiyorum… Ama ordunun imamı, yargının imamı, nedir bu?... Seçilmiş bir hükümet ne olursa olsun, basını elinde tutsa bile iktidarı ancak belli bir süre sürdürebilir. Ama içerideki çete kime karşı sorumlu? Daha dehşet verici.”
İkinci görüşe göreyse bir öncelik sırası yapmak mümkün değil. Geçmişte denenen bu yöntem yerine tek çıkış yolu ilkeler üzerinden oluşturulabilecek bir siyaset. Kim daha güçlü veya tehlikeli diye sormamak. Tüm yolsuzluklara ve demokratik hukuk devletine aykırı güçlere ve eylemlere aynı anda karşı çıkmak.
Örneğin Nuray Mert’in ifadesiyle “Cemaat şeffaf değilmiş, sanki iktidar çok şeffaf! Cemaat hesap verebilir bir yapı değilmiş, sanki iktidar çok hesap veriyor… Tek yol; düştüğümüz çukurda çırpınmak değil, ilkesel bir sıçrayışa akıl yormak, güç vermek. Unutmayın…özellikle kriz dönemlerinden çıkışta, çözüm ancak pahalı bir ödül olabilir.”
Bu iki görüşün de sağlam gerekçeleri var. Makul ve iyi niyetli insanlar farklı noktalardan ve tecrübelerden hareketle bu sonuçlara varabilir. Bunu baştan kabul edelim çünkü aksi taktirde insanlar birbirlerinin niyetlerini sorgulamaya düşman olarak görmeye başlıyorlar.
Ama birinci görüşü savunmak bence Türkiye için telafisi olamayacak sonuçlar doğurabilir.
Bu krizin kısa sürede çözülmesi mümkün görünmüyor. Çünkü dengeler değişiyor ve bunun farkında olan bütün siyasal aktörler bir sonraki aşamaya mümkün olduğunca yıpranmadan girmek için risk almamaya çalışıyorlar. Son kartlarını seçimler yaklaştıkça oynayacaklar ya da oynamaya çalışacaklar. Buna en başta elinde bu krize müdahale edecek hukuki yetkileri olan (Devlet Denetleme Kurulu gibi) Cumhurbaşkanı Gül dahil.
Bu süreçte ısrarla kurumları ve demokratik hukuk devleti ilkelerini savunmak zorundayız. Özel isimlerle değil cins isimlerle düşünmek zorundayız. Anayasa ve hukuk devleti için sorun şu veya bu grup değil devlet içindeki her türlü cemaatçi, ideolojik veya çıkar amaçlı yapılanma. İnsanlar elbette cemaatlere (veya başka ideolojik gruplara) mensup olabilir. Ama—hükümette veya yargıda--kanuni görevlerini yaparken temel aidiyetleri hukuk değil cemaatler olursa o zaman o devlet yavaş yavaş değil hızla batar. Yolsuzluğun her türlüsü kötü ve ilacı herkesin tabi olacağı şeffaf kurallar.. Temel sorumluluğu halka ve hukuka olan bir bürokrasi.
Uzun vadede başka çıkış yok.
Hukukun üstünlüğü ve hukuk devleti konusunda pratikteki karnemiz zaten içler acısıydı. Ama son dönemlerde devletin hukuka olan bağlılığı sadece pratikte değil söylemde ve prensipte de hızla eriyor.
Üç koşul geçerli olsaydı Rodrik ve Doğan’a katılmak mümkün olurdu. Eğer mevcut iktidar, özgür ve adil seçimlere razı asgari bir demokratik kültüre ve davranışa sahip olsaydı.. Karar verme mekanizmaları görünür ve şeffaf olsaydı.. Her adımıyla kuvvetler ayrımını hızla ortadan kaldırmak ve toplum üzerinde bugüne dek görülmemiş bir enformasyon ve güvenlik denetimi kurmak eğilimi göstermeseydi.
Bir sonraki yazımda bu koşullara bir bir bakalım.